- Benim öykümün kahramanı, hakikattir: Ruhumun bütün gücüyle sevdiğim ve olanca güzelliğiyle canlandırmaya çalıştığım, hakikat... hep en güzeldi o, her zaman da en güzel olarak kalacak
- Önemli olan tek bir an vardır, o da şimdi'dir. En önemli an şu andır çünkü bir tek ona sözümüz geçer. İnsana en gerekli olan kişi şuan yanında olan kişidir. Çünkü hiç kimse günün birinde bir başkasına işinin düşüp düşmeyeceğini bilemez. Ve de insan için en önemli uğraşı o an yanında olan kişiye iyilik yapmaktır. Zira bu, insanın yeryüzüne gönderiliş gayesidir!
- Söz, insanların düşünce ve deneyimlerini birbirlerine aktarmaya yarar; böylece o insanları bir araya getirmenin, birleştirmenin aracı işlevini görür; sanatın işlevi de tıpkı bunun gibidir. Sanatın insanlar arasında kurduğu ilişkinin sözün kurduğu ilişkiden farkı, sözün insanların birbirine düşüncelerini, sanatın ise duyguları aktarmanın aracı olmasıdır.
Sanat, bir başkasının yansıttığı duyguları görerek ya da duyarak algılayan birinin, bu duyguların aynısını yaşaması temeline dayanan bir etkinliktir. - Büyük şehirlerde herhangi bir mağazaya girdiğinizde hiç dikkatinizi çekmedi mi? Bu mekanlarda akıllara durgunluk verecek derecede emek harcanmaktadır. Hesaba sığmaz büyük ve son derece rafine çalışmaların yüde doksan dokuzunda, erkeğe yarar en ufak bir şey görmeniz mümkün müdür acaba, söyler misiniz?
Yaşamda lükse ait ne varsa hepsi onu arayan, onu değerlendiren kadınlar içindir. Atölyeleri, tezgahları, hatta fabrikaları teker teker geziniz. Bunların tümünün anlamsız, anlamsız olduğu kadar gereksiz birtakım kadın süsleri üretmekle meşgul olduğunu göreceksiniz. Nice nesil milyonlarca emekçi, bu manasız kadın hevesleri uğruna mahvolup gitmiştir. Tokalar, kolyeler, takılar... Möble, dekorasyon, her tür incik bomcuk. Ve bunca eöek, sırf kadının kaprislerini doyurmak için. Sonsuz güce sahip kraliçeler gibi, kadınlar, tarih boyunca insanoğlunun yüzde dokuzunu köleler gibi çalıştırmış ve sömürmüştür. Peki bunca sömürüyü ne amaçla yapmıştır kadın? Erkeklere verilen haklar kendilerine verilmediği için uygulaşmıştır kadın bunca baskıyı. Onlardan saklamaya çalıştığımız şehvetimiz üzerinde oyunlar kurarak -kurdukları tuzağa biz erkekler düştülçe- kadınlar bizden bu eşitsizliğin öcünü almış oluyorlar. Erkeklerle eşit hakların kendilerine verilmemiş olmasının acısını kadınlar böylelikle bizden kat kat çıkarmış oluyorlar. Şehvetin öcü bu. Biz erkekler üzerinde öylesine derin bir etki yaratmayı başarmışlardır ki, onların yanlarında, irademizi kaybediyoruz. Erkek kadına bir kere yaklaştı mı, afyon almış gibi, onun büyüsüne kapılmış demektir. Bilinç, muhakeme kabiliyeti yok olup gider... Çıldırmış gibi, deliler gigi, şarap içmiş gibi... Evet, bütün olay bundan ibaret. - Ivan Ilyiç ölmekte olduğunu hissediyor, ümitsizlik içinde çırpınıyordu. Ölmekte olduğuna inancı bütün varlığını kaplamıştı. Fakat buna alışmak şöyle dursun manasını bile kavrayamıyordu. Kizeveter'in mantık kitabındaki akıl yürütmeyi hatırladı:
"Gaius bir insandır. İnsanlar ölümlüdür. O halde Gaius da ölümlüdür."
Ilyiç bu örneği sadece Gaius için doğru buluyordu. Fakat kendisi için asla. Gaius sıradan bir insan olduğu için bu hüküm doğruydu. Fakat Ilyiç, Gaius olmadığı gibi sıradan bir insan da değildi. O herkesten farklı, apayrı bir varlıktı. Ilyiç; annesi, babası, arabacısı, dadısı, mürebiiyesi, kardeşleri, oyuncaklarıyla; çocuklğunun, ergenliğinin, gençliğinin sevinç, keder ve heyecanlarıyla Vanya(Ivan'ın küçüklük adı) idi.
Gaius, Vanya'nın çok sevdiği çizgili lastik topunun kokusunu bilir miydi? Gaius'un annesinin elbisesi, onun annesinin ipek elbisesi gibi güzel miydi? Hukuk okulunda börek yüzünden baş kaldıran Gaius muydu? O da Vanya gibi aşık olmuş muydu? Onun gibi dava yürütebilir miydi?
"Gaius gerçekten ölümlüdür. Onun ölmesi kabul edilebilir. Ama ben, Vanya, Ivan Ilyiç! Başkayım... Bütün duygularımla düşüncelerimle herkesten ayrıyım. Benim ölmek zorunda olmam akıl almaz birşey. Çok korkunç birşey bu! Hem benim de Gaius gibi ölmem gerekseydi, bunu önceden hissederdim. İçimdeki bir his bunu bana söylerdi. Ama öyle olmadı. Ne ben, ne de arkadaşlarım, başımıza Gaius'unki gibi birşey geleceğini anladı. Oysa durum şimdi değişti. Olamaz böyle birşey... Yo, mümkün değil! mümkün değil diyorum ama oluyor işte. Neden? Nasıl anlamalaı bunu?" - "Her nefis ölümü tadacaktır" dercesine bakıyordu
gözleri gözlerime. Ve gözlerimle gözlerine "Konuş"
dedim; "Benimle". Şöyle başladı söze : "Gözleriyle
görmeyenin kulaklarını da mühürler Tanrı"
Ve dedi; "En kof ceviz bile kırılmak ister. Olgun
yemişler tutunamaz ağaca. Öyleyse kabuğum kırılacak
diye hayıflanmamalıdır insan . Toprağa düşmemek için
çırpınmamalıdır meyve . Düşün ! Bir şeyin geldiği yere
dönmesi kadar sevindirici ne olabilir. Tohumun ağaca ,
ağacın tohuma dönüşümünden başka bir şey değildir
hayat. Yani ölüm .Fakat insanlar ölüyü kefenledikleri
gibi ölümü de kefenlemişlerdir. Ve kefenlenen her şey
öldürücüdür. İnsana düşen, tüm libaslarından soyup
öylece seyretmektir ölümü. Yani hayatı...
Herkesin ağzında gevelediği ; "ya öl, ya ol" diye bir
söz vardır. Oysa kimse bilmez olmakla ölmenin aynı şey
olduğunu.
Ölümle savaşmak öldürür hayatı. Çünkü bu hayatla
savaşmak demektir. İşte gerçek ölüm budur. Bu hakikati
anlamayan kimse, yaşamı ölümle, ölümü de yaşamla
kirletir. Böylece bulandırır suyunu ve su içilmez hale gelir. - Gerçekten, son zamanlarda puslu, dumanlı gizemli olma, yığınlar için anlaşılmaz olma gibi özelliklerin yanı sıra, yanlış olma, belirginlikten ve özellikle de belagattan uzak olma gibi özellikler sanat yapıtlarının artamı için, şiirsellikleri için olmazsa olmaz koşullar olup çıktı.
- Oysa bir sanat yapıtının güzel ama anlaşılmaz olduğunu söylemenin, bir yemeğin çok iyi, çok lezzetli, çok besleyici olduğunu, ama onu insanların yiyemeyeceğini söylemekten bir farkı yoktur.
- İradenin tezahürlerini insanlığın en geçmişten bu yana ortaya koyduklarında bulabileceğim inancına geri dönmüştüm. Yani, Tanrı'ya, ahlaki mükemmelliğe ve yaşamın anlamını ileten bir geleneğe olan inancıma geri döndüm. Bir tek şu farkla ki, o zamanlar bunların hepsini bilinçsizce kabul etmişken, şimdi bunlarsız yaşayamayacağımın farkındaydım.
Başıma gelen şöyle bir şeydi: Beni bir kayığa koymuşlar (ne zaman olduğunu hatırlamıyordum) ve bilmediğim bir sahilden kayığı nehire doğru ittirmişlerdi. Bana karşı sahilin istikametini göstererek, alışık olmayan ellerime kürekleri tutuşturup beni tek başıma bırakmışlardı. Küreklere elimden geldiğince asılarak yol alıyordum, ancak nehrin ortalarına doğru ilerledikçe akıntı beni hedefimden daha fazla uzaklaştırıyordu ve benim gibi akıntıyla sürüklenen insanlara daha çok rastlıyordum. Kürek çekmeye devam eden birkaç kişi vardı, ama diğerleri kürek çekmeyi bırakmışlardı. Büyük kayıklar ve ağzına kadar insan dolu devasa tekneler vardı. Bazısı akıntıyla mücadele ediyor, bazısı da ona teslim oluyordu. Daha ileriye gittikçe, akıntıyla nehrin aşağısına doğru sürüklenenleri görüyor ve gideceğim yönü iyiden iyiye şaşırıyordum. Nehrin tam ortasında akıntıyla aşağılara sürüklenen o kayık ve tekne kalabalığının arasında yönümü iyice kaybettim ve kürekleri bıraktım. Dört bir yanımda yelkenli kullanan ve kürek çeken insanlar mutluluk ve neşe içerisinde nehiraşağı sürükleniyorlar, beni ve birbirlerini gidilecek başka bir yön olmadığına temin ediyorlardı. Ben de onlara inandım ve onlarla birlikte sürüklendim. O kadar uzaklara sürüklendim ki, nehrin beni paramparça edecek olan en akıntılı yerlerinin kükremesini duyabiliyor ve bu akıntı yerlerinde paramparça olan kayıkları görebiliyordum. Kendimi toparladım. Çok uzun zaman başıma neyin geldiğini anlayamamıştım. Önümde yok oluştan başka hiçbir şey göremiyordum ve ben dehşete kapıldığım bu yok oluşa doğru hızla ilerliyordum. Etrafta güvende olabileceğim hiçbir yer göremiyordum ve ne yapacağımı bilemiyordum. Arkama baktığımda akıntıda durmaksızın ve şiddetle sürüklenen sayısız kayık gördüm. Aklıma o sahil, kürekler ve gideceğim yön geldi; akıntıya karşı ve o sahile doğru kürek çekmeye başladım. O sahil Tanrı'ydı. Gitmem gereken o yön gelenek idi; kürekler ise sahile doğru ilerleyebilmem ve Tanrı'yla bir olabilmem için bana verilen özgürlüktü, Böylece, yaşama gücüm yenilenmişti ve bende yeniden yaşamaya başlamıştım. - Beethoven'in Kreutzer Sonat'ını çalıyorlardı. İlk prestoyu bilir misiniz? Bilir misiniz?! ?dedi bağırarak.? Ah!.. Korkunçtur bu sonat. Özellikle de bu bölümü. Müzik zaten genel olarak korkunçtur. Nedir o öyle? Anlamıyorum. Müzik nedir? Müzik ne yapar? Ve yaptığı şeyi neden yapar? Müziğin ruhu yüceltmek suretiyle etki ettiğini söylerler, saçma, yanlış! Müzik insanı etkiler, hem de korkunç şekilde etkiler, kendimden biliyorum, ama asla ruhu yücelterek değil. Müzik, insanın ruhunu yücelterek ya da alçaltarak değil, sinirini bozarak etkiler. Size nasıl anlatayım? Müzik kendimi, gerçek durumumu unutturur bana, beni başka, benim olmayan bir duruma taşır: Müziğin etkisiyle hissetmediğim bir şeyi hissedebilirmişim, anlamadığım bir şeyi anlayabilirmişim gibi gelir bana. (...)
Müzik beni bir anda dosdoğru bu müziği yazan insanın içinde bulunduğu ruhsal duruma götürüyor. Ruhen onunla birleşiyorum ve onunla birlikte bir durumdan diğerine geçiyorum, fakat bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Aslında Kreutzer Sonat'ı besteleyen Beethoven neden öyle bir durumda bulunduğunu biliyordu, içinde bulunduğu bu durum onu belli davranışlara götürmüştü ve bu durumun onun için bir anlamı vardı, benim içinse hiçbir anlamı yok. Bu yüzden de müzik sinirime dokunuyor sadece, bir sonuca götürmüyor. Askeri bir marş çalınır, askerler bu marşla yürürler, müzik görevini yerine getirmiştir; dans müziği çalınır, dans ederim, müzik görevini yapmıştır; ilahiler söylenir, ayine katılırım, müzik yine amacına ulaşmıştır, oysa bu sadece insanı sinirlendiren bir şey ve bu sinirle yapılacak bir şey yok. İşte bu nedenle de müzik bu kadar korkunç, zaman zaman da dehşet verici bir etki yapıyor. Çin'de müzik devlet işidir. Öyle olmalıdır zaten. İsteyen herkesin başka birini ya da başka bir sürü insanı hipnotize etmesine, daha sonra da bu insanlara istediğini yapmasına izin verilebilir mi?