- Bilimi ahlaki ya da ahlak dışı hale getiren tek etmen insandır.
- Herkesin bildiği üzere, yayımcıları bir kitabın yayımlanması kadar korkutan bir şey yoktur. Çünkü genelde var olan zamansızlığa, ihtiyaç ötesi kitap bolluğuna ve reklamcılığın kusursuzluğuna bağlı olarak Lem yasası şöyle der: ?Kimse okumuyor, okusa da anlamıyor, anlasa bile unutuveriyor.?
- Her ne kadar akıl hastalığı diye bir şey olmadığı, bu kavramın psikiyatristler tarafından para sızdırma ve hastalara eziyet etme amacıyla icat edildiği iddiası pek taraftar bulmasa da, normal kabul edilen insanların çıldırmış olanlardan çok daha delice davranabildikleri de doğrudur. İkisi arasındaki fark, deli olanın yaptığını tam bir kayıtsızlık içinde, normal olanınsa ün için yapması. Çünkü ün paraya çevrilebiliyor. Elbette kimisine sadece ün de tatmin edici gelebiliyor, bu da meseleyi biraz muğlaklaştırıyor.
- Bir insanın yaşadıkları, bütün insanların yazgıları yanında okyanustaki bir damla kadardır. Bu açıdan bir insanla, bir damla suda yüzen bir amip arasında pek fark yoktur. Amip için damlanın sınırları, dünyanın sınırları gibidir. Üstelik bana kalırsa temel fark hiç de bizim protozon karşısındaki entelektüel üstünlüğümüz değildir. Aksine, asıl fark, onun ölümsüzlüğüdür; ölmek yerine bölünerek durmadan kendi kendisinin ailesi olmasıdır.
- Dostoyevski insanlığın, bilimsel belirlenimciliğin tehdidi altında olduğuna inanıyordu. Bilim, her türlü düşünceyi ve duyguyu mekanik bir tuşun hareketiyle belirlemeye kadir olduğu an, belirlenimcilik, bireyin hükümranlığını, yine bizzat bireyin özgür iradesiyle, çöplük yığınına fırlatacaktı. Ona göre, bizleri özgürlüğümüzden yoksun bırakacak bu zalim belirlenimcilikten kurtulmanın delilik dışında bir yolu yoktu. Onun yeraltı adamı aklını kaçırmaya hazırdı, böylelikle delilik sayesinde özgürleşerek muzaffer belirlenimciliğe yenik düşmeyecekti.
- Cellat, baskıcı, kendi türünün katili olarak insan imgesi, ilk bölümde sunulmuştu. Şimdi onun nasıl bir hayvan olduğunu ya da canlılar dünyası içinde, yani bitkiler ve hayvanlar krallığında ne tür bir parazit olduğunu görmekteyiz. Hemen hemen hiç kimse bir pirzolanın ya da bifteğin başına oturduğunda vicdan azabı duymaz. Kasaplarla olan suç ortaklığımızın, kurbanın kalıntılarını ortadan kaldıran bir katile yardım etmeye benzediğini düşünmeyiz bile. Doğrusu, böyle bir düşüncenin aklımıza hiç gelmemesi ve lezzetli lokmaların boğazımıza dizilmemesi için istisnasız her dil, insanı özel bir konuma getiren ayrı bir sözlük oluşturmuştur. Biz vefat ederiz, oysa hayvanlar ölürler. Avcı elinde dolu silahı, bir canlıyı öldürme amacıyla ormana daldığında, tüm hukuk literatürlerinde ?taammüden cinayet?le eşanlamlı olan bu davranış, hemen bütün dillerin avcılık jargonlarında, yapılan edimi aklayan terimlerle karşılanır.
- Doğrusu, iletişim teknolojisinin de salt insan beyninin mikroskopik kapasitesini yüzümüze vurmak için geliştiğini düşünmek işten değil. Tüm güzellikler emrimize amadeyse, hatta her şeye masaüstü bilgisayarların ekranından erişilebiliyorsa, buna karşın bizler hâlâ okyanusa kaşık sallayan birer çocuktan farksızsak, bunun nesi iyi?
- Ağaçları gazete kağıdı yapmak için keserken, yine aynı gazeteler aracılığıyla ?ormanları koruyalım? çağrıları yapıyoruz.
- Kopernik öncesi astronomi dünyayı evrenin merkezine yerleştiriyordu. Kopernik, dünyanın, güneş etrafında dönen birçok gezegenden sadece biri olduğunu keşfederek, ona atfedilen bu ayrıcalıklı konumu geri aldı. Yüzyıllar sonra astronomideki ilerlemeler Kopernik'in varsayımını güçlendirdi: Dünya'nın, güneş sisteminin merkezinde olmadığını göstermekle kalmadı, güneş sisteminin de galaksimiz Samanyolu'nun kenar bölgelerinde bir yerde olduğunu ortaya koydu. Yani, evrenin ?herhangi bir yerinde?, bir yıldız banliyösünde yaşıyorduk.
- Kuantum mekaniğinin belirlenemezciliğine inatla karşı çıkan Einstein, ?Tanrı dünyayı yaratırken zar atmaz,? demişti. Bu sözüyle atomsal süreçlerde şansın belirleyici olamayacağını anlatmak istiyordu. Ancak, görünen o ki, her nasılsa Tanrı sadece atomik ölçekte zar atmakla kalmıyor, galaksiler, yıldızlar, gezegenler, yaşamın ve zekânın ortaya çıkışı söz konusu olduğunda da zar atıyor. Varoluşumuzu, doğru zamanda doğru yerde meydana gelen felaketlere borçlu olduğumuz kadar, başka çağlarda başka yerlerde meydana gelmemiş felaketlere de borçluyuz. Dünyaya gelişimiz, bir sürü iğnenin deliğinden geçerek gerçekleşmiştir: Yıldızımızın, gezegenin, yaşamın başlangıcının ve evrimin tarihinin içinden.