- Otuz yaşıma doğru yazmanın zevkini almaya başlayınca hissettiğim bir şey varsa o da şu: Bu zevkin her zaman için başkalarının ölümüyle, genel olarak ölümle iletişimi olmuştur. Yazı ile ölüm arasındaki ilişkiden söz etmeye sadece cesaret edebilirim, çünkü Blanchot gibi birinin bu konuda benim söyleyebileceklerimden çok daha önemli, genel, derin ve kesin şeyler söylemiş olduğunu çok iyi biliyorum. Ben şu anda takip etmeye çalıştığım, halının arka yüzündeki desene benzeyen izlenimler düzeyinde konuşuyorum; bana öyle geliyor ki halının bu öteki yüzü de başkalarına gösterdiğim ön yüzü kadar mantıklı ve sonuçta bir o kadar iyi çizilmiş, en azından ondan kötü cizilmemiş.
Yazmak benin için başkalarının ölümüyle ilişkiye girmek, ama esasen ölü olan başkalarıyla ilişkiye girmektir. Bir bakıma başkalarının kadavrası üstüne konuşuyorum. İtiraf etmeliyim ki öldüklerini koyutlamış gibi oluyorum. Onlardan söz ederken otopsi yapan anatomist konumundayım. Yazımla başkalarının bedenini karışlıyor, kesiyor, derilerini ve zarlarını kaldırıyorum...Hep ortaya çıkarmaya çalışmış olduğum şey aslında insanlarla şeylerin bu zehirli kalbidir. İnsanların yazımı neden bir saldırı gibi gördüklerini de anlayabiliyorum. Yazımda onları ölüme mahkum eden bir şey olduğunu seziyorlar. Aslında ben bundan çok daha saf dilim. Onları ölüme mahkum etmiyorum. Sadece ölü olduklarını varsayıyorum. İste bunun için bağırdıklarında o kadar şaşırıyorum. Biraz önce elinde nesteriyle üzerinde bir şeyler göstermeye çalıştığı adamın uyandığını gören anatomist kadar şaşırıyorum. Bir düşünün, adam birden gözlerini açıyor, avazı çıktığı kadar bağırıyor, bedeni kıvranmaya başlıyor ve anatomist şaşkınlık içinde "Bak şu işe, ölü değilmiş!" diyor. Beni eleştirenler veya okuduktan sonra bana bağırıp çağıranlar olunca benim de başıma gelen bu bence. Belli bir mazeret dışında, onların muhtemelen alaycı bir cümle sayacakları ama aslında şaşkınlığımın ifadesi olan bir mazeret dışında, herhangi bir cevap vermekte de hep zorlanmışımdır : "Bak şu işe, ölü değillermiş! " (syf 34) - Yazmak konuşmaktan çok farklıdır. Artık kendimize ait bir yüzümüz olmasın, yazımızın altına saklanalım diye yazarız aynı zamanda. Kağıt yaprağının etrafındaki, yanındaki, dışındaki, uzağındaki hayat, eğlenceli değil sıkıcı ve kaygı yüklü olan, başkalarına gösterilen bu hayat gözümüzün önünde duran ve efendisi olduğumuz o kağıt dikdörtgene dağılsın diye yazarız. Yazmak aslında yalnızca varoluşun değil bedenin de bütün tözünün kalem ve yazının kanallarından kağıdın üstüne ciziktirdiğimiz şu küçücük izlere akıtılmasıdır. Yazarken kurduğumuz hayal, boş kağıt üstüne ciziktirdiğimiz hem ölü hem geveze olan şu karalamalardan ibaret olmak, daha doğrusu sadece onlarda yaşamaktır. Ama uğuldayan hayatın harflerin hareketsiz uğultusu içinde dağılmasına asla ulaşamayız. Kağıdın dışında hayat hep kaldığı yerden devam eder, hep çoğalır, sürer; küçük dikdörtgende sabitlenmez hiç, bedenin ağır hacmi kağıdın yüzeyine yayılamaz bir türlü, o iki boyutlu evrene, o saf söylem çizgisine geçemeyiz asla, metnin cizgiselliğinden ibaret olacak kadar süzülüp incelemeyiz asla, ama varmak istediğimiz hep budur. Öyle sanıyorum ki yazıya zorunluluk niteliğini veren de nefsin, benliğin bu şekilde işaretlere geçirilerek silinmesi, köreltilmesidir. Görüyorsunuz, zevksiz bir zorunluluk, ama sonuçta bir zorunluluktan kaçmak sizi nasıl bunaltırsa, yasayı ihlal etmek sizi büyük bir endişeye gark ederse, o yasaya uymak da en büyük zevk değil midir? Yazma zevki, bence nereden geldiğini de size nasıl kendini dayattığını da bilmediğimiz bu zorunluluğa, her yerden başınızın üstüne sarkan, ağırlığını hissettiren, narsistçe olduğu şüphesiz bu yasaya uymaktır. (Syf 51)
- Yazmak konuşmaktan çok farklıdır. Artık kendimize ait bir yüzümüz olmasın, yazımızın altına saklanalım diye yazarız aynı zamanda.
- Bence ölümün alternatifi hayat değil, hakikat. Ölümün beyazlığı ve ataleti içinde bulunacak şey, kaybedilmiş hayat ürpermesi değil, hakikatin titiz konuşlanmasıdır.
- Yazmak aslında yalnızca varoluşun değil bedenin de bütün tözünün kalem ve yazının kanallarından kağıdın üstüne çiziktirdiğimiz şu küçücük izlere akıtılmasıdır.
- Şu anda kafamı kurcalayan, on yıldır kurcalamaya devam eden mesele şu: Bizimki gibi kapalı bir kültürde, bir toplumda sözlerin, yazının, söylemin varoluşu nedir? Bana öyle geliyor ki eninde sonunda söylemin var olmasına hiçbir zaman pek önem vermedik. Söylem, şeylerle aramızda duran ve onları görmemizi engellemeyen saydam bir film değildir sadece, olanın ve düşünülenin aynası değildir sırf. Söylemin kendi kıvamı, kalınlığı, yoğunluğu, işleyişi vardır. Ekonomik yasalar gibi söylemin de yasaları vardır. Anıtlar gibi var olur söylem, teknikler gibi, toplumsal ilişki sistemleri gibi var olur.
- Defalarca söylediği gibi, Foucault kendine ait bir yüzü olmasın diye yazar; Giriş,21
- Yazma zevkini keşfedebilmem için yurtdışına çıkmam gerekti. İsveç?e gitmiştim ve iki seçenek vardı önümde: Ya İsveççe konuşacaktım ki çok az biliyordum, ya da İngilizce ki onu da konuşmakta çok zorlanıyordum. Bu dilleri iyi bilmemem haftalarca, aylarca, hatta yıllarca asıl söylemek istediğimi söylemekten alıkoydu beni. Söylemek istediklerimin ağzımdan çıkar çıkmaz gözümün önünde kılık değiştirdiğini, basitleştiğini, adeta küçük, komik kuklalara dönüştüğünü görüyordum. Kendi dilimi kullanma imkânsızlığı içinde bulunurken, dilimin bir yoğunluğu, bir kıvamı olduğunu, soluduğumuz hava gibi olmadığını, duyumsanamaz bir saydamlık falan olmadığını, aksine kendi yasaları, kendi kestirme yolları, dehlizleri, çizgileri, yokuşları, yamaçları, girinti çıkıntıları, kısacası bir fizyonomisi olduğunu, bir peyzaj oluşturduğunu ve bu peyzajda kelimelerle cümleler etrafında dolaşılabileceğini, özetle önceden göremediğim bakış açıları olduğunu fark ettim. Bana yabancı olan bir dili konuşmak zorunda olduğum İsveç?te, o birden dikkatimi çeken fizyonomisiyle kendi dilimin, yabancı ülke veya gurbet dediğimiz yer?siz yerde kalırken mesken tutabileceğim en gizli ama en emin yer olduğunu anladım. Sonuçta tek gerçek vatan, insanın ayağını basabileceği tek toprak, başını sokabileceği, sığınabileceği tek ev çocukluğundan itibaren öğrendiği dildir. 29-30
- Yazma zevki ile konuşma olanağı arasında bir tür uyuşmazlık vardır. Konuşmanın artık mümkün olmadığı noktada yazmanın, gizli, zorlu, biraz da tehlikeli tılsımını keşfederiz. 30
- Kalemimde neşterden miras kalmış bir şeyler var galiba. Yazarken, babamın ameliyatta başkalarının bedeninde çizdiği saldırgan işaretleri kâğıdın beyaz yüzeyine çiziyor olabilir miyim? Evet, neşteri kaleme dönüştürmüş olabilirim pekâlâ.Tedavinin etkililiğinden serbest konuşmanın etkisizliğine geçiş yapmışım sanki; beden üzerindeki neşter yarasının yerine kâğıt üstündeki grafitiyi, neşter yarasının silinmezliğinin yerine yazının silinebilir, karalanabilir işaretini geçirmişim. Belki daha da ileri gitmem gerek. Kağıt yaprağı benim için başkalarının bedenidir belki. 33