Otuz yaşıma doğru yazmanın zevkini almaya başlayınca hissettiğim bir şey varsa o da şu: Bu zevkin her zaman için başkalarının ölümüyle, genel olarak ölümle iletişimi olmuştur. Yazı ile ölüm arasındaki ilişkiden söz etmeye sadece cesaret edebilirim, çünkü Blanchot gibi birinin bu konuda benim söyleyebileceklerimden çok daha önemli, genel, derin ve kesin şeyler söylemiş olduğunu çok iyi biliyorum. Ben şu anda takip etmeye çalıştığım, halının arka yüzündeki desene benzeyen izlenimler düzeyinde konuşuyorum; bana öyle geliyor ki halının bu öteki yüzü de başkalarına gösterdiğim ön yüzü kadar mantıklı ve sonuçta bir o kadar iyi çizilmiş, en azından ondan kötü cizilmemiş.
Yazmak benin için başkalarının ölümüyle ilişkiye girmek, ama esasen ölü olan başkalarıyla ilişkiye girmektir. Bir bakıma başkalarının kadavrası üstüne konuşuyorum. İtiraf etmeliyim ki öldüklerini koyutlamış gibi oluyorum. Onlardan söz ederken otopsi yapan anatomist konumundayım. Yazımla başkalarının bedenini karışlıyor, kesiyor, derilerini ve zarlarını kaldırıyorum...Hep ortaya çıkarmaya çalışmış olduğum şey aslında insanlarla şeylerin bu zehirli kalbidir. İnsanların yazımı neden bir saldırı gibi gördüklerini de anlayabiliyorum. Yazımda onları ölüme mahkum eden bir şey olduğunu seziyorlar. Aslında ben bundan çok daha saf dilim. Onları ölüme mahkum etmiyorum. Sadece ölü olduklarını varsayıyorum. İste bunun için bağırdıklarında o kadar şaşırıyorum. Biraz önce elinde nesteriyle üzerinde bir şeyler göstermeye çalıştığı adamın uyandığını gören anatomist kadar şaşırıyorum. Bir düşünün, adam birden gözlerini açıyor, avazı çıktığı kadar bağırıyor, bedeni kıvranmaya başlıyor ve anatomist şaşkınlık içinde Bak şu işe, ölü değilmiş! diyor. Beni eleştirenler veya okuduktan sonra bana bağırıp çağıranlar olunca benim de başıma gelen bu bence. Belli bir mazeret dışında, onların muhtemelen alaycı bir cümle sayacakları ama aslında şaşkınlığımın ifadesi olan bir mazeret dışında, herhangi bir cevap vermekte de hep zorlanmışımdır : Bak şu işe, ölü değillermiş! (syf 34)
Diğer Michel Foucault Sözleri ve Alıntıları
- Görünen şey hiçbir zaman söylenen şeyin içine sığmaz ve söylenmekte olan şey imgeler, eğretilemeler, kıyaslamalar aracılığıyla istendiği kadar gösterilmeye çalışılsın, bunların ışıklarını saçtıkları yer gözlerin gördüğü değil de, sentaksın ardışıklığının tanımladığı yerdir.
- Görünen şey hiçbir zaman söylenen şeyin içine sığmaz ve söylenmekte olan şey imgeler, eğretilemeler, kıyaslamalar aracılığıyla istendiği kadar gösterilmeye çalışılsın, bunların ışıklarını saçtıkları yer gözlerin gördüğü değil de, sentaksın ardışıklığının tanımladığı yerdir.
- "....İnsanların içinde yaşadıkları kuralları ve düzenli toplumun kurallarını biliyordum,ama ben kendimi onlardan daha bilge olarak değerlendiriyordum ve insanları şerefsiz ve utanç verici yaratıklar olarak görüyordum...."
- "We demand that sex speak the truth ... and we demand that it tell us our truth, or rather, the deeply buried truth of that truth about ourselves wich we think we possess in our immediate consciousness."
- "There is not one but many silences, and they are an integral part of the strategies that underlie and permeate discourses."
- Hakikatin söylenmemiş halde kaldığı bir hayatın güvencesi altına kalmaktansa, hakikati söylemek uğruna ölümü göze almış olursun.
- Phaedra: En cesur ruhlu insanı köle yapacak tek bir şey vardır, o da anne ya da babasının yaptığı utanç verici bir şeyin sırrına haiz olmaktır.
- İon: Bana sıradan bir adamın mutluluğunu verin.
- Platon aşık insanın, aşk nesnesi söz konusu olduğunda kör olduğunu söyler. O halde eğer herkes en çok kendisini seviyorsa, insan kendisi söz konusu olduğunda kördür.
- Sana kendin hakkında dürüst tavsiyelerde bulunan iyi bir hakikat anlatıcısı, senden nefret etmediği gibi, seni sevmez de.