- İşte o an öykü patlamış, Karaburun'daki anımla buluşmuştu. Hemen eve dönmüş, yazmaya başlamıştım. Bunu sıcağı sıcağına yazıya dökmediğimde kaçıp gideceğini biliyordum. Öykü bu kadar kaprisliydi işte. (S.27)
- Asla anlamlı bir cümle kurmuyordu. İki ya da üç anahtar sözcük veriyor, cümleyi tamamlamayı sana bırakıyordu. Ucu açık öyküler gibi ucu açık konuşuyordu. (s.29)
- Sonuçta öykü kedi gibiydi, sen onu okşamak istediğin zaman değil de, o kendini sevdirmek istediği zaman yanına geliyordu. (s.31)
- Beyninin rahmine o tohum düştüğünde hiçbir şeyin farkında değilsindir daha. Kişiden kişiye değişen hamilelik sürecinden sonra canavar doğar. Seni kanatmak için vardır. Onunla baş başa kaldığında seni içdenizinin derinliklerine çeker. Girmek istemediğin odaların anahtarlarını uzatırken kışkırtıcıdır. Hatta dayatıcıdır. Unutmak istediklerini, karga sürüleri gibi başının üstünde toplayan odur. Öylesine köşeye sıkışırsın ki, "Tamam," dersin, "teslim oluyorum." o zaman içindeki canavar senin yerine geçer, sen olur ve tepende dönüp duran kargaları dağıtmak için şehvetle yazar. Bu buluşma "muhteşem bir tufan"dır. (s.33)
- Yazmak, kendi sesini aramanın serüvenidir. Önceleri, kafanın içinde dönüp duran seslerin çoğu başkalarınındır. Sevdiğin, etkilendiğin yazarların gölgesi ister istemez yazdıklarının üzerine düşer. Okuma alanın genişledikçe bütün bunların sentezinden yavaş yavaş kendi sesini fark edersin. Arayış başlamıştır. Rüyalarındakine benzer bir durumla karşı karşıyasındır. Kendi sesine yaklaştığını sandığın anda onun ne kadar uzağa kaçtığını hissedersin. İşte bu noktada rakiplerinin başka yazarlar değil, kendin olduğunu anlaman için fırsat çıkmıştır önüne. Bunu değerlendirebilirsen sesinin peşine takılıp yani ülkeler keşfeden gezgin gibi keyifli bir yolculuğa çıkarsın. (s.34)
- Kağıt, kalem ve ben, çok sık bir araya gelen dostlar değiliz. Her gün iç disiplinin getirdiği kararlılıkla masanın başına oturup çalışan yazarları hep kıskanmışımdır. Kafasında bir romanı ya da öyküyü taşıyan ama uygun ortamı, koşulları, zamanı bulamamaktan yakınan yazarları da kıskanmışımdır. (s.34)
- Boş beyaz bir kağıt, ressamın tuvali gibidir benim için; hiçbir köşesi boş bırakılmayacak biçimde doldurulması gereken kutsal, davetkar bir alan. (s.35)
- Bir yüzü dolu olan kağıtlarla daha sıcak sıcak ilişki kurarım da, temiz bir kağıdı, henüz olgunlaşmamış, yazıp bozacağım, satır aralarına notlar düşeceğim cümlelerle harcamaya kıyamam. Boş bir kağıt, sözcükler, desenler, renklerle her türlü büyüye açıktır. Bu yüzeyleri ziyan etmek istemem. (s.35)
- Kalemaçacağında ucunu sivrilttiğim kurşunkalemlerimle yazmasını severim. (s.35)
- Dört yıl sonra babam yanı başımda, gözlerimin önünde öldü. Kardeşlerime ve en yakınlarıma haber vermek de bana düştü. Ama asıl önemlisi, "yazma sıkıntısı" dediğim ve "yazma sıkıntısı" şemsiyesinin çok dışına çıkan o anı yaşamamdı. O güne dek yazdıklarımla ilgili tek bir söz etmemiş olan amcam, önüme bir kağıt koyup kalem uzatmıştı. "Sala metnini sen yaz," demişti, "ne de olsa yazarsın." (s.39)