- "Daha iyi, daha mutlu bir dünya istediğimizi söylediğimizde, genellikle özel olarak kendimiz için daha iyiyi ve daha mutluyu kastederiz. Her nasıl oluyorsa, kötülüklerimizin kabahati her zaman ya komşumuzda, ya işgalcide, ya yoldan çıktığı için içimizden birinde ya da surların dışında pusuda bekleyen düşmanda, zorla içeri girmekle bizi ebediyen tehdit eden barbarlarda yatar. Konstantinos Kavafis, ünlü bir şiirinde, artık barbar diye bir şey olmadığının bize ansızın söylenebileceği bir günün gelebileceğini belirtir. 'Peki şimdi, ne yapacağız biz böyle barbarsız?' diye sorar Kavafis. 'Bir türlü çözüm yoluydu bizim için bu insanlar.' " Syf.102
- Özgürlük aşkı, başkalarına duyulan aşktır, İktidar aşkı ise kendi kendimize duyduğumuz aşk. William Hazlitt, Political Essays, 1819
- Geçen yüzyıldaki iki dünya savaşının ardından, ülkeleri birleştirme ve ayırma faaliyetleri iki karşıt eğilim doğurdu. Biri toplum kavramını genişletmek, milletlerin bir araya gelişi kisvesi altında, başkalaşmış bir emperyalist modele dönmek ve bir primo inter pares'i (eşitler arasında önde gelen) olmayan bu yamalı bohçaya Batı Dünyası, Arap Birliği, Afrika Birliği Örgütü ya da Pasifik Kıyısı Ülkeleri, Güney Konisi ya da Avrupa Birliği gibi adlardan birini vermekti. Diğeriyse eskil etnik ya da dini kökenlere dayanarak toplumu aile, olmazsa da kavim temeli üzerinden asgari bir ortak paydaya indirgemekti: Transdinyester, Bask Bölgesi, Quebec, Şii ya da Sünni topluluklar veya Kosova gibi. İster birleşik ister tekil olsun, her iki durumda da, tasarlayarak var ettiğimiz her toplum kendini tammlamak için kendisinin girift ve çok yönlü bir tasavvuru kadar, bir başkasıyla karşıtlık ilişkisine de ihtiyaç duyar. Her sınır içeriye aldığı kadar da dışarıda bırakır ve ulusun bu ardışık yeniden tanımlamaları, birbirleriyle örtüşmek ya da kesişmek suretiyle, kümeler kuramındaki dairelerle aynı işi görür. Bireysel ve toplumsal kimlik kavramı, uyruk ve küreselleşme tanımları arasında, yerel bağlılıklar ve seçilmiş ya da mecburi göç arasında sıkışıp kalarak dağıldı, belirsizleşti. Bu sonsuz çözülüm süreci içinde, tek başımıza ya da topluluklar olarak hangi ismi takınıyoruz? Başkalarıyla etkileşimimiz bizi ve komşularımızı nasıl tanımlıyor? Toplum içinde yaşamanın sonuçları, tehlikeleri ve sorumlulukları nelerdir? Birbirimizle iletişim kurmamızı olanaklı kılması gereken konuştuğumuz dile neler oluyor? Aslına bakılırsa, neden bir aradayız?
- Öyle ya da böyle, bizler birlikte yaşama görevine mahkûm olmuş ya da başka bir deyişle bu sorumlulukla kutsanmış toplumsal hayvanlarız. Sorduğum soru aracılığıyla, başka bir seçenek olduğunu ima etmeye çalışmıyordum. Tersine, birlikteliğin yararlarının ve felaketlerinin neler olabileceğini ve birliktelik tahayyülünü kelimelere ne şekilde dökebileceğimizi öğrenmek istiyordum.
- Beyhudeydi şefin ve bilgenin gururu, Ozanları yoktu ve öldüler! Boşunaydı entrikaları, boş yere aktı kanları, Ozanları yoktu ve ölüler! Horatius, Odlar IV: 9 [Alexander Pope, 1733 çevirisinden]
- Dil bizim ortak paydamızdır.
- Bir ülkeden diğerine kaçmak, bildiğin her şeyi, seni besleyen her şeyi kaybetmek, her zaman kaçar halde olmak ve sürgünde bulunduğun için, güçlü olduğun halde yıllar boyu bir dilenci olarak yaşamak: İşte benim 'koltuğum', benim 'dertsiz makamım' böyle bir şey.
- Dili gerçekliği biçimlendirmek ve anlamlandırmak için bir araç olarak kavrayışı, inanıyorum ki bugün halen geçerlidir. Döblin için dil, geçmişimizi "yeniden anlatmaktan" ziyade "temsil eden" bir canlıdır: "Gerçeği kendini ifşa etmeye zorlar, onun en derinlerine yuvalanarak insanlık halinin, önemli ya da önemsiz, en temel durumlarını açığa çıkarır." Bize, aslında, neden bir arada olduğumuzu öğretir. Çoğu insani işlevimiz tekildir: Nefes alıp vermek, yürümek, yemek ya da uyumak için başkalarına gereksinim duymayız. Başkalarına, konuşmak ve söylediklerimizin bize aksettirilmesi için muhtacız. Döblin, dilin bir tür başkalarını sevme biçimi olduğunu ilan etmişti.
- Uzak tarih öncesi dönemlerimizde, bundan muhtemelen elli bin yıl kadar evvel bilinçli bir iletişim yöntemi olarak ortaya çıktığı zaman, dilin, bir grup kadın ve erkeği, her ne kadar kanıtlama olanağına sahip olmasalar da, referans noktalarının aynı olduğuna ve sözlerinin benzer biçimde algılanan bir gerçekliği aktardığı kanısına sevk eden, dünyanın ortak ve geleneksel bir temsiline dayanan müşterek bir araç olması gerekmişti.
- Dil aracılığıyla canlandırılan bu dünya gerçekliği, paleontologlardan öğrendiğimize göre, bilincimize ilk olarak büyülü bir biçimde maddesel bir şey olarak dahil olmuştu: Başlangıçta, kelimeler yalnızca zamanda değil, uzamda da yer kaplıyor gibi görünmüştü bizlere; tıpkı su ya da bulutlar gibi.