Geçen yüzyıldaki iki dünya savaşının ardından, ülkeleri birleştirme ve ayırma faaliyetleri iki karşıt eğilim doğurdu. Biri toplum kavramını genişletmek, milletlerin bir araya gelişi kisvesi altında, başkalaşmış bir emperyalist modele dönmek ve bir primo inter pares'i (eşitler arasında önde gelen) olmayan bu yamalı bohçaya Batı Dünyası, Arap Birliği, Afrika Birliği Örgütü ya da Pasifik Kıyısı Ülkeleri, Güney Konisi ya da Avrupa Birliği gibi adlardan birini vermekti. Diğeriyse eskil etnik ya da dini kökenlere dayanarak toplumu aile, olmazsa da kavim temeli üzerinden asgari bir ortak paydaya indirgemekti: Transdinyester, Bask Bölgesi, Quebec, Şii ya da Sünni topluluklar veya Kosova gibi. İster birleşik ister tekil olsun, her iki durumda da, tasarlayarak var ettiğimiz her toplum kendini tammlamak için kendisinin girift ve çok yönlü bir tasavvuru kadar, bir başkasıyla karşıtlık ilişkisine de ihtiyaç duyar. Her sınır içeriye aldığı kadar da dışarıda bırakır ve ulusun bu ardışık yeniden tanımlamaları, birbirleriyle örtüşmek ya da kesişmek suretiyle, kümeler kuramındaki dairelerle aynı işi görür. Bireysel ve toplumsal kimlik kavramı, uyruk ve küreselleşme tanımları arasında, yerel bağlılıklar ve seçilmiş ya da mecburi göç arasında sıkışıp kalarak dağıldı, belirsizleşti. Bu sonsuz çözülüm süreci içinde, tek başımıza ya da topluluklar olarak hangi ismi takınıyoruz? Başkalarıyla etkileşimimiz bizi ve komşularımızı nasıl tanımlıyor? Toplum içinde yaşamanın sonuçları, tehlikeleri ve sorumlulukları nelerdir? Birbirimizle iletişim kurmamızı olanaklı kılması gereken konuştuğumuz dile neler oluyor? Aslına bakılırsa, neden bir aradayız?
Diğer Alberto Manguel Sözleri ve Alıntıları
- "Zamanla," demişti bana, "her şiir bir ağıta dönüşür."
- Moda olan edebiyat kuramlarına hiç tahammül edemezdi, özellikle de Fransız edebiyatını, kitapları değil de okulları ve çevreleri öne çıkarmakla suçlardı.
- Kütüphanesi (her okuyucu gibi onun da kütüphanesi, aynı zamanda otobiyografisiydi), olasılık yasalarına ve anarşinin kurallarına olan inancını yansıtıyordu. "Ben zevk peşinde koşan bir okuyucuyum: kitap almak kadar şahsi ve muhterem bir konuda, görev duygumun işe karışmasına hiçbir zaman izin vermedim."
- Borges için epik tema, yaşamsal bir açlıktır, aşka, mutluluğa ya da kötü talihe duyulan türden bir açlık. "Bütün edebiyatlar epikle başlar," derdi epiği savunmak için, "mahrem ya da duygusal şiirle değil." Bunu açıklamak için de Odysseia'dan alıntı yapardı: "Tanrılar insanlar arasına düşmanlıklar sokar ki sonraki kuşakların, şarkısını söyleyebilecekleri bir şeyleri olsun."
- Western'leri ve gangster filmlerini seyrederken ağlardı. Kirli Yüzlü Melekler'in sonunda James Cagney elektrikli sandalyeye götürüldüğünde, ona tapan oğlan çocuklarının onu örnek almayı bırakmasını sağlamak için bir korkak gibi davranmaya razı olduğunda, hüngür hüngür ağlamıştı.
- Aptallığa hiç tahammülü yoktu, gerçekten kalın kafalı bir profesörle tanıştıktan sonra, "Kafası çalışan bir sahtekarla konuşmayı yeğlerim," demişti.
- Victor Hugo'nun "aimer c'est agir" [Sevmek, harekete geçmektir.] sözünü anımsatır, ama bunun, kadınlardan gizlenmesi gereken bir gerçek olduğunu eklerdi.
- "Ve bir şiiri anlayamazsam, niyetin ne olduğunu da bilemem."
- "Her ölümle yiten küçük bilgelikler bana çok dokunuyor," diye bilgece yazmıştı Borges, gençken.
- "İdeal kütüphane hem gözden uzaktır hem halka açıktır, hem mahremdir hem toplumsal ilişkiye açıktır, meditasyon ve diyalog için yapılmıştır, cimridir ve cömerttir, hikmet sahibidir ama sorgular, bolluğun umutsuzluğu ve henüz okunmamış olanın umuduyla doludur."