Uzaktan baktım sadece. Gittim, pencerenin önünde çömeldim. Islıkla bir şarkı tutturmak geldi içimden. ''Mazi kalbimde bir yaradır.'' Mazi neydi? Geçmiş denecek şeyler o kadar yakındaydı ki!''Mazi'' derken anladığım geçen yıldı, haydi bir de daha önceki yıl, bulanık zaman parçaları. Yara olacak geçmiş yoktu. Ne zaman olurdu yaralı geçmişler? Islık uzadı, bir acı duydum ilk defa. Geçmiş, şu andı. Şu deminki an.
Diğer Oktay Akbal Sözleri ve Alıntıları
- Uzaktan baktım sadece. Gittim, pencerenin önünde çömeldim. Islıkla bir şarkı tutturmak geldi içimden. ''Mazi kalbimde bir yaradır.'' Mazi neydi? Geçmiş denecek şeyler o kadar yakındaydı ki!''Mazi'' derken anladığım geçen yıldı, haydi bir de daha önceki yıl, bulanık zaman parçaları. Yara olacak geçmiş yoktu. Ne zaman olurdu yaralı geçmişler? Islık uzadı, bir acı duydum ilk defa. Geçmiş, şu andı. Şu deminki an.
- Onu bir ben tanıdım. Bir ben sevdim. Karşımdaki olsa olsa bir süre onun vücuduna sahip oldu. Kendisine değil.
- Çoğu kez bir kitaptır bizi kurtaran. Bir insandır, bir filmdir, bir vapur gezisidir. Çevremizden, boğuculuğu artan havadan, bataklık haline gelen bir ortamdan... Dizi dizi sabah gazeteleri. Daktiloya kağıdı taktım. Bekliyorum ilk cümleyi...
- ÖNCE EKMEKLER BOZULDU Önce ekmekler bozuldu, sonra herşey.. Çünkü yeryüzünde savaş vardı. İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor, öldürüyorlardı. Savaş kelimesi dünyanın her yerinde en çok kullanılan söz olmuştu. Radyolarda marşlar, nutuklar şaşkın insan sürülerinin üzerine savruluyor, gazeteler korkuyla okunuyordu. Tramvaylar, vapurlar sabahları, akşamları tıklım tıklım, daima aceleci, sinirli, telâşlı, bir kalabalığı şehrin bir ucundan öteki ucuna taşıyıp duruyorlardı. İnsanlar kütle halinde olduğu gibi, kişi olarak da başkalaştılar. Meselâ savaştan önce bir insan işine gitmek için tramvay caddesine çıktığı zaman ilk olarak gökyüzüne bakar, mavi olduğunu görünce sebepsiz bir sevinç duyar, vakti varsa ağaçlar altından yürümeyi düşünür, adımları kaldırımlarda gezerken birtakım hayaller kurardı. Şimdi ise insanlar göğün mavi ya da siyah olmasına aldırış bile etmiyorlardı. Hepsi eski hallerini kaybetmişlerdi. Hepsi telâş içindeydi. Hepsi yalnız kendini düşünüyordu. Hayal kurmak artık geçmişte kalmıştı. Savaş zaten ilk önce hayalleri yok etti. Ben barış günlerinde lise öğrencisiydim. Günün erken saatlerinde kalkmam gerekirdi. Bense her sabah geç uyanırdım. Acele acele kahvaltımı eder, giyinir, sokağa fırlardım. Caddeden gitmek hoştur, insan başkalarını seyreder, tramvayların gidiş gelişlerini görür, vitrinlere bakar, gazetelerin başlıklarına, dergilerin kapaklarına göz atar. Ama ben kestirme olduğu için arka sokaklardan gitmek zorundaydım. Okul zaten uzakta değildi. Büyük kapıdan geçer geçmez kapıcı başını sallardı, zil henüz çalınmıştır, anlardım. Hemen merdivenlerden tırmanıp sınıfa koşardım. Biraz sonra öğretmenimiz cebir dersine başlardı. Günün ilk dersi daima iyi dinlenir, cebir de olsa... Teneffüslerde arkadaşların ellerinde resimli, bol sayfalı dergiler görülürdü. Sinemadan, güzel kızlardan, iyi cins bacaklardan bahseden yazılar okunur, resimlere bakılırdı. Haftanın maçları üzerinde bahse girişilir, Fener'in mi, Galatasaray'ın mı kazanacağı üzerinde tartışılırdı. Neler düşünürdük? Neler hayal ederdik? Tabiî herkesin hayali kendi boyuna boşuna göredir. Bizler lise öğrencileriydik, hayallerimiz vardı elbette. Dünyayı anladığımızı, herşeyi bildiğimizi sanıyorduk. Hele aşk, her zamanki gibi içimizdeydi. Zaten o günler aşkın yeryüzünde saltanat sürdüğü günlerdi. Aşkın gene var olduğunu söyleyenler var, ama yalan. Aşk artık yok. Aşk yeryüzünden kalktı. O, kurşuna dizilen rehineler, üssüne dönmeyen pilotlarla beraber dünyamızdan uzaklaştı. Evet, işte o günler aşkın içimizde var olduğu mutlu bir çağdı. Hepimiz kendimize göre aşklarımızı yaşıyorduk. Meselâ arkadaşım iki sınıf aşağıda bir kızla konuşuyordu. Ben de bazı akşam üstleri şehrin geniş caddelerinden birinde bir kızı beklemeğe giderdim. O bazen gelir, bazen hiç görünmezdi. Ama ben her defasında da eve mesut dönerdim. Gelirse biraz dolaşır konuşurduk. Bana nelerden bahsederdi; biraz herşeyden, sinemadan, dersten,., aşktan, insanlardan. Gelmezse hava kararıncaya kadar beklerdim. Etrafı, geçip dönenleri, gelip giden insanları seyrederdim. İri bir bulut gökyüzünü örtünce gece oluverirdi. Cadde birden kalabalıklasın sonra birden boşalıverirdi. Kepenklerin indirildiği saatte eve dönerdim. Canım hiç sıkılmazdı, iyi şeyler düşünmesini bilirdim. Evde annem sofrayı hazırlamıştır, bol ekmek dilimleri, çeşitli yemekler vardır. Annem bana fasulyenin kilosundan, pirincin fiyatından, esnafın tersliğinden hiç bahsetmezdi. Hele barış dersleri.. Onlar şimdikinden çok farklı mıdır? Bugün gene kimya, cebir öğretmenleri aynı formülleri göstermiyorlar mı? Gene edebiyat öğretmenleri Namık Kemal'in, Hâmid'in neden büyük olduklarını anlatıncaya kadar ter dökmüyorlar mı? Gene psikoloji öğretmenleri «his» lerden bahsetmiyor mu? - Bugün his'den ne kadar uzakta yaşadığımızı bay öğretmen bilmez mi? - Sanmam, ders kitapları değişmedi. Kâğıt, mürekkep insanlardan daha dayanıklıdır. Öğretmenlerle öğrenciler değiştiler. Kitaplar, sıralar, sınıflar, kara tahta, tebeşirler hep eskisi gibi... Bizim sınıf yine o .siyah, üzerinde imzalarımızı taşıyan sıralarla kaplı, penceresinde çatlamamış tek camı bulunmayan sınıftır. Yalnız şimdiki öğretmenler ve öğrenciler bizim bildiklerimiz, tanıdıklarımız değil, başkaları. Okulda ders öğleyin kesilir, çocuklar yemeğe evlerine koşarlardı. Bense caddedeki fırına gider, beş kuruşa koca bir francala alır, içine de yüz paralık peynir doldurturdum, sonra tekrar sokağa çıkardım. Sinemaların karşılıklı sıralandığı cadde avareler içindir. Vakit geçirmek isteyen insanlar resimlerin önlerinde toplanmışlardır. Bu resimlerde neler yoktur ki! Korkunç, koskoca şapkalı haydutlar, elleri tabancalı polisler, bacak sallayan kızlar.. Her hafta birbirinden heyecanlı filmler gösteren sinemanın önü hiç boş değildir. Orada sık sık üç saat süren filmler oynatılırdı. Sinemaların önlerinde bir boy dolaşır, etrafa bakar, okula döneceğime şu karanlık salonlara dalıversem diye düşünürdüm. Tabancalı resimler karşısında vakit çabuk ölürdü. Okula dönmek saati gelirdi. Saat dörtte çantalarımız koltuklarımızda, aynı semtte oturan sekiz on arkadaş güle, konuşa yürürdük. Şehir bu saatlerde kendine vergi olan bütün güzellikleri gösterir. Sevinçli insanlar, kahkaha atan erkekler, sevimli kızlar gelip geçerlerdi. Dükkâncılar, esnaflar öyle fazla gazete okumazlardı. Beş kuruş verince iki cebimiz sıcak sıcak, kestanelerle dolardı. Mahallede akşam üstlerinin değişik canlılığı görülürdü. Annemi penceresinde sokağı seyrederken bulurdum. Beni görür görmez inip kapıyı açardı. Yemeğimi yer, gazeteyi okumağa dalardım. Gazetede çok defa aşk yüzünden işlenmiş cinayet haberleri olur, bazen koskoca bir resmin yanında yabancı bir devlet adamının sözleri görülürdü. Hiddetli sözler söylerdi. Radyo yalnız şarkı çalan sevinçli bir âletti, ara sıra kısa haberler verir ve sadece «söz» leri naklederdi. O günlerde ne güzel şeyler düşünürdük! Belki de hiç düşünmezdik. Kötü şeyler aklımıza gelmezdi ki! Yeryüzünde kötü şeylerin var oluşundan bile habersizdik denebilir. Kötü, bizim için filmdeki çirkin katil ve okuldaki sıfırı bol fizikçi idi. Lisenin ilk yıllan böyle geçti. Yavaş yavaş farkına varmadan büyüyorduk. Kelimelerimiz, hislerimiz, hareketlerimiz, kılığımız, değişiyordu. Daha ciddî ağırbaşlı olmağa başlıyorduk. Önceleri gibi heyecanlı filmlere değil, ağır, «hissî» tâbir edilen filmler 3 gitmeyi âdet ediniyorduk. Yeryüzü nimetlerini tad-maya çalışıyorduk. Dünya hâlâ masmavi, hayat toz pembe idi. Ne oîduysa o sonbaharda oldu. Birden «savaş başladı» dediler. Okul savaş gürültüsü içinde aç;l-dı. Arkadaşlar ve öğretmenler aynıydı. Ama bir başkalık, bir heyecan göze çarpıyordu. Hiç gazete okumayanlar bile her sabah bir gazete alıyorlardı. Hocalar eskisi kadar sakin yumuşak değillerdi, derste en küçük harekete kızıyorlardı; hepsi sinirliydi, bir tek öksürük asablarmı bozuyordu. Ödevler de gün geçtikçe zorlaşmaya başladı. Öğrenciler okuduklarını kolay kolay anlıyamıyorlardı. Herkesin ağzından savaş sözü düşmüyordu. Bahçede, evde, sınıfta, sokakta, tramvayda, vapurda, her yerde her yerde hep savaş vardı. Savaş gazeteleri de ne korkunç oluyor. Kalın siyah harflerle büyük başlıklar diziliyordu. Aşk romanları yavaş yavaş azaldı, fıkralarda, hikâyelerde, makalelerde, hep savaştan söz açılıyordu. Önce ekmekler bozulmuş, ardından herşey de bozulmuştu. Dünyanın tadı kaçmıştı. Herşey birden değişivermişti. Ekmek, su, hava, derciz, sokaklar, meydanlar, radyo, gazeteler, kitaplar, hele insanlar.. Onları kim tanıyabilirdi? Bizim iyi insanlarımız; şehrimizin gü-leryüzlü insanları.. Onlar şehirden sanki ayrılmış, yerlerine bu abus çehreli, aksi insanlar gelmişlerdi. Adım başında rastlanılan kadın - erkek bu şehrin insanları bir tuhaf olmuşlardı. Korkulu, düşünceli, ürkektiler, - bu bizim insanlara hiç yakışmıyor - tereddüt, şüphe içindeydiler. Caddeler askerlerle doluydu. Sınırların ardında kan ve ateş yağmuru sağnak gibi boşanmaktaydı. Biz, her ne pahasına olursa olsun savaşa hazırdık; gazeteler böyle yazıyordu. Radyonun düğmesini her oynatışta odaya hain, kin dolu sesler doluyordu. Hattâ birçok şehirliler canlarından çok sevdikleri mavi şehirlerini bırakıp, uzaklara, tenha köy ve kasabalara göç ediyorlardı. Evler boşalıyor, eşyalar arabalara yükleniyor, trenler dolu dolu, yurdun binbir bucağına şehrimizin insanlarını götürüyordu. Önceleri savaş insanlara bir yabancı gibi geldi, yadırgandı. Her yenilik gibi savaş çağının adetlerine de güç alışıldı, garipsendi. Ama o kendini bize öyle bir alıştırdı ki hepimiz şaştık. O daima yanı başımızda, aklımızda, hayalimizdeydi. Gözümüzün önündeydi. Barış insanları savaşa, güç alıştılar, ama alıştılar. Savaş içinde doğan çocuklar artık yürüyorlar, hattâ konuşuyorlardı. Biz barışta kaldık, yani vücutlarımız barışta kaldı, fakat ruhlarımız şehit düştü. Kalpleri olanlar savaş yıllarında kalplerini kaybettiler. Savaş haberlerine yüzbinlerce insanın bombalar altında yok oluvermesine, bir günde kurşuna dizilen rehinelere alışıldı. Kahkahalarla, radyoda okunan ölü listeleri birbirine karışmaya başladı. Bizler okulu bitireli yıllar oluyor. İhtiyarladığını bile duyanlarımız var. Savaş en iyi yıllarımızı elimizden aldı, bizde en kutsal olan şeyleri yoketti. Sabah akşam işimize gidiyor, geliyoruz. Yüksek okullara girenlerimiz de oldu. Onlar da gençlikten çıktılar. Hepimizi kötü düşünceler çirkin duygular kapladı. Barış günlerinin insanları artık yok. Nice tanıdığım insanların şimdi hepsi bana yabancı geliyor. İyileri kötü, cömertleri hasis, duyguluları katı yürekli oldular. Ah, o ekmeğin bozulması, insanların mayası muhakkak ki ekmektir. Şu dünya bir kere daha değişecek. Belki eski halini almaz, ama zarar yok, gidenler gitti, gelenler gelsin. İnsanlar gülmesini, ağlamasını yeniden öğrensin. Sırasında ağlamasını veya gülmesini bilmeyene insan denemiyor. Bizler, yarı barış, yarı savaş insanları umutlarımızı kaybetmedik. Dünyanın iyi bir dünya olabileceğini, insanın mavi gökyüzünü, denizi, ağaçları seyretmekle mutluluğunu yaşadığı anlara kavuşacağına inanıyoruz. Herşey ekmekle başladı, ekmekle bitecek. 1944 OKTAY AKBAL
- AŞKA SAYGI Katı bir dünyada yaşıyoruz. Acımasız, duygusuz bir dünya... Kısacası, aşksız insanlar olup çıktık. Kimse kimseyi sevmiyor, kimse kimseye dost değil, kimse kimseye saygı duymuyor, itişme, kakışma, çekişme. Sabahtan akşama dehşet verici olaylarla, haberlerle iç içe yaşamak, insanı tiksindiren, iğrendiren görüntüler. 2000 yılına altı kala, teknolojinin en üst düzeye ulaştığı bir dönemde açlıklar, sürgünler, savaşlar. Bir yandan hani hani çalışan silah fabrikaları, yoksul halkların sırtından kazanılan milyarlar, trilyonlar. Bu silahlarla gözü dönmüşçesine birbirine kıyan yeryüzünün yoksul insancıkları... Zaman zaman bir umut ışığı yanıp sönüyor. Uzun zamandır tarihe karışmış gibi görünen aşk çıkıveriyor karşımıza. Aşk nedir? Belli bir tanımını yapmak zor. Bir insanın başka bir insana yakınlık duyması, onunla özleşmesi, öteki insanın da aynı duyguları yaşaması. Bir kaynaşma, bir bütünleşme, bir erime... Bir de umutsuz aşklar var. Goethe bunun da yorumunu yapmış, "Ben sizi seviyorsam bundan size ne" diyerek... Bireyi ilgilendiren bir duyarlık saymış aşkı. Bir kendi kendine doyum sağlama, kendini yüceltme yolu. Büyük aşklardan söz edilir. Leyla ile Mecnun, dağları Şirin'in özlemiyle delen Ferhat, Paul ile Virginia, yakın tarihte Prens Edward'la Madam Simpson daha niceleri... Ya bizde? Bizde de böyle aşklar var. Bir örneğini ben gözümün önünde yaşadım. Bir mahkeme salonunda... Hem de Yassıada duruşmalarında... Belleklerinizi biraz kurcalarsanız anımsayacaksınız bu büyük aşk davranışını... Adnan Menderes bitkin, çökmüş, sapsan duruyordu yargıç karşısında. Bir dava görülüyordu, yasal olmayan bir çocuğun doğumu... Çocuğu alan doktor tanıklık ediyordu. Sonra birden o çocuğu kürtajla aldıran kadın çıktı yargıcın önüne. Bir sanatçıydı, ünlü bir kadındı. Menderes'le bir süre güzel bir aşk yaşamış bir kadın... Hiçbir şeyi yadsımaya kalkmadı. Yargıcın sorularına dürüstçe, mertçe karşılık verdi. Unutulmaması gereken şu sözleri söyledi: "Onu çok sevdim..." Bu, aşkın adalet karşısında başkaldırışıydı. Savunması değil, meydan okuyuşuydu. "Bebek Davası" denilen o gülünç olayın yerin dibine batırılışıydı. Kısacası, aşk denen bir duygunun kanıtlanışıydı. Pek çoğumuza göre aşk, Nasrettin Hoca'nın "Bir kez âşık oluyordum üstümüze geldiler" ya da Âşık Veysel'in "insan sevdiğini alamaz, ona aşk derler" sözleriyle tanımladığı "şey" değildir. Sevdiğini elde edememek midir? Cinsel ilişki kurmak mıdır? Değildir. Nedir aşk peki? Aşk, Menderes'i seven sanatçı kadının yüzlerce izleyici önünde açıkça söylediği sözlerdedir. Aşk, İSKİ duruşmasında "suçlu" sayılan kişiyle genç eşinin mahkeme salonundaki bakışlarındadır. Yassıada duruşmalarından İstanbul'daki İSKİ davasına... Stefan Zweig 'in deyimiyle, "yıldızın parladığı" anlara... Cevat Çapan'ın hazırladığı "Aşk Şiirleri" denemesini okurken bu aşk olaylarını anımsadım. Aragon, "Mutlu aşk yoktur" der. Mutlu ya da mutsuz, iki insan birbirlerine bir süre için de olsa, görünmez bir bağla yakınlaşmışsa, yeter! Gerisi önemsizdir. Menderes'i seven kadının sözleri, İSKİ davasının sanığı ve genç eşi, aşk denen gücün varlığını kanıtlıyorlar bizlere..." Ben, bir öykümde "Aşksız însanlar"ı anlatmaya kalkmıştım. Aşksız insanların oluşturduğu bir toplumun mutluluk nedir bilemeyeceğini, aşkın yalnızca bir kadınla bir erkeğin yaşadığı bir yüce duygu olmayacağını... Bir toplumun bireylerinin birbirlerini sevmeleridir aşk. Sait Faik'in "Bir insanı sevmekle başlar her şey" dediği gibi... Aşklar yalnız sevinçlerle değil, acılarla da yüceleşir. Aragon'un yazdığı doğrudur. Acılar, özlemler aşkın tadı tuzudur. Belki de böyle olduğu için eşsizdir, ölümsüzdür: ??Acılara batmamış bir aşk söyle bana Yıkmamış kıymamış olsun bir aşk, söyle Bir aşk söyle sararıp soldurmamış ama İnan ki senden artık değil yurt sevgisi de Bir aşk yok ki paydos demiş gözyaşlarına Mutlu aşk yok ki dünyada Ama şu aşk ikimizin, öyle de olsa." 30 Kasım 1993 OKTAY AKBAL ŞARKILARINA KADAR MAHZUN Denemeler-Öykücükler Çağdaş Yayınları İstanbul - 1997
- SEVGİYE ÖVGÜ «Bir insanı sevmekle başlar her şey.» Bu Sait Faik'in bir cümlesi. Yalın bir gerçeği belirtiyor. Yalınlığı kadar derin, anlamlı. Sen yazmış olmayı çok isterdim bu cümleyi. Olsun, benimsediğimiz her düşünce, her görüş biraz da bizim gibidir. Bir insanı sevmekle başlar her şey. Evet, ama bir de gerisi var. «Bir insanı sevmekle başlar her şey, ama burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.» Bir insanı sevmek bir evreni sevmektir. Her insan bir evrendir çünkü. Bunu böyle kabul etmezsen insan olamazsın. Nedir sevi dediğimiz? Hiçbir önyargı, hiçbir gizli hesap, hiçbir özel düşünce olmadan, hiçbir yanımızı saklamadan, apaçık, bütün saydamlığımızla kendimizi bir «başka» insana vermektir, bağlamaktır. Bir insanı sevmek bencillik gibi görünür önce. Öyle ya, tek bir insanı seçmişsiniz, onunla bir dünya kurmuşsunuz, herkesten gizli ama herkese açık. Bir mutluluk yaratmışsınız ikiniz. Bu mutsuz dünyada ikili (bir mutluluk kurmak, yaratmak, özlemek ayıp bir şey midir, çirkin bir şey midir? Hayır, her sevi saygıdeğerdir, her ikili (mutluluk çoklu mutluluğu duymaktır, özlemektir. Mutlu bir çift, bütün insanların da mutlu olmasını ister. Bunu yaratmak için de bir çaba harcar. Kendi bencil dünyasında yitip gitmez. Tek başımıza mutluluk yoktur bence. Ben sevdiğim insanla mutlu olamam tek başıma. Sevi, bir başlangıçtır yeryüzüne açılmaya, kendini bir yeryüzü insanı olarak duymaya. Sait Faik'in «bir insanı sevmekle başlar her şey» sözüne bunun için inanıyorum. Her şey böyle başlar. Sevgiyle, ilgiyle.. Bir insanın yaşamına ilgi duymak, bir yerde bütün insanlığa ilgi duymak olur. Seven insan anlar birçok şeyi, o güne dek anlamadığı, kavramadığı, bilmediği, duymadığı, tatmadığı yığınlarla duyguyu, anlamı, gerçeği. Açıktır o etkilere, duyarlıklara. Kaba değildir, katı değildir, anlayışsız değildir, yalnız değildir. Burası en önemli yanı, yalnız değildir o. Yeryüzünde ikili bir beraberlik, bir dostluk kurulacağını duymuştur. Bir insana bağlanmak, bir insana inanmak, bir insana dayanmak nasıl güçlü kılar kişiyi, anlamıştır. Bir topluma, ya bir insanlığa bağlanmak, dayanmak, inanmak nasıl güç verir kişiye, bunun gerçeğine de ulaşmıştır birden. Bu bilince ermiştir birden. Kendi olmaktan, yalnız kendini yaşamaktan, düşünmekten çıkmıştır. Sevmiştir, sevilmiştir. İkili bir mutluluğu yaşamıştır. Sonra bu mutluluğu bütün insanların duymasını özlemiştir. «Bir insanı sevmekle başlar her şey» demek, budur, işte. Fakat ne demek «burda bir insanı sevmekle bitiyor her şey». «Burda», yani bizim toplumumuzda... Bizim toplumumuzda sevi iyi karşılanmaz nedense. Alışmamışız sevmeye, sevilmeye ondan mı? Sevenin güçsüz olduğuna inandığımızdan mı? Seven açıktır her türlü yumruğa, darbeye. Karşı koymaz da ondan. Hele yakınları, sözde dostları, sözde onu sevenler, sevdiklerini iddia edenler böyle bir seviye katlanamazlar hiç! Neden sevmiştir o dost? Öyle, birdenbire bir sevinin tutkusuna kaptırmıştır kendini! Bir insana, tek bir insana döndürmüştür yönünü, her şeyini! Her şeyi onda bulmuştur. Bunu anlamazlar işte! İlle de kendilerine benzeyecek o seven kişi bir yere gelmişse, tükenmiş olmalı. Bir yaşa, bir noktaya varmışsa, yeni bir aşamaya girişmemeli. Yeni bir atılım yapmamalı. Görevler, ödevler, bağlar, kayıtlar, kuşkular, toplum baskıları hepsi hepsi o sevenin karşısına dikilmeli. «Burda bir insanı sevmekle bitiyor her şey» demekle Sait Faik bunu mu anlatmak istemişti? Sait'in sevilerinin bazılarını bilirdim. Gülhane Parkının gölgeli yollarında dinlerdim bu sevi öykülerini! Heyecanlı, telâşlı, anlatacak tek dost olarak beni bulduğunda.. İyi şeyler, iyi duygular, iyi umutlar içinde olurdu böyle sevili günlerinde. Sonra bir de bakardım o sevi sonuçlanmamış, şundan bundan, toplum baskısından... Çıkar gelirdi bir öyküyle... Son öykülerinden birini, «Kalinihkta»yı okuyun, baştanbaşa bir sevi övgüsüdür, arayışıdır, özleyişidir, buluşudur, yitirişidir. Evet, «bir insanı sevmekle başlar her şey, ama burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor» derken bu çeşit yenilgileri, bozgunları, umutsuzlukları belirtiyordu bence. Ama her şey bir insanı sevmekle başlar... Buna inanmalıyız, «Burda her şey bir insanı sevmekle bitmez, bitmeyecek» demeliyiz, bunu gerçekleştirmeliyiz. Yenmeliyiz umutsuzlukları.. Sevi, insanoğluna doğanın en büyük armağanıdır, en güçlü yanıdır, ölmezliğe ulaştıran niteliğidir. Öyleyse her şeye, herkese karşın, seviden yana olacağız. Bir insanı sevmekle başlar, hiçbir şey bitmez, diyeceğiz. Her zaman. OKTAY AKBAL İSTİNYE SULARI Sander Yayınları İstanbul - 1973
- "Sana bir şiir kitabı getirdim" dedi, ''söz vermiştim, Cahit Sıtkı'nın Otuz Beş Yaş." "Biliyorum o şiiri. Ama kitabı okumadım." Kitabı uzattı. Biliyordu bu buluşmaları artık, hep şiirleri okumakta geçecekti. Başta bir şiir buldu: 'Desem ki'... Nedret hafif sesle okudu; "İçimden okuyunca anlıyorum" dedi. Bu şiirler hem bu kadar yakın, hem bu kadar uzak olmamıştı hiç
- Çok şey beklememeli gelecekten..! Geçmiş ne getirdi ki, gelecek versin onun vermediğini... Gideceksin, geleceksin, kızacaksın, bağıracaksın, hepsi sonuçsuz... Yaşlanıyorsun, yaşlanacaksın, bitecek bir gün her şey...
- Geçmişi silmek, beyaz bir kâğıda dönüştürmek... Olanaksız bir iş bu. İnsan dünüyle var, bugün de yarın da, ancak dünle vardır...
- Yaşanan, biter gider. Anlatırken değişir. Hatırlanırken değişir. Yaşayan benle, anlatan, hatırlayan benler farklıdır birbirinden...