alevleri görmezden gelerek yangını söndüremeyiz
şebnem, susamlı akide şekerim, saraya sızmış lunapark balerinim; ilk hamleyi suçlular yapar. yani ben. paso ilklere imza atıyorum. insan otuz yıl yaşayınca, dünyanın üç günlük olduğunu anlamaya başlıyor. bir yandan da peccatophobia'ya [günah işleme korkusu] kapılıyorum galiba. anlamı, ağırlığı olan her şey otomatikman senin safına geçiyor şebnem. saçma ve boşuna olan ne varsa benim yöreme birikiyor. uygarlık bize milyon çeşit yasakla sağlanmış bir düzen hediye etti. sanırım, en temel dertlerimizin, varlığımızın özünü teşkil eden trajedinin yatıştırması konusunda kimseye güvenmemeyi öğrendik. eğer bir hedefin yoksa, kulağın rahat olur. kaybedecek bir şeyin yoksa, kaybolmak seni bozmaz. yenileceğinden eminsen, rakibini ciddiye alman gerekmez.şu anda tomaso albinoni'nin [1671-1750] adagio'sunu dinliyorum. notalar daima harflerden daha anlamlı, daha etkileyicidir. melodiler, kelimelere beş çeker. sekoya ağacının kabuğu ateş geçirmezmiş: sekoya ormanında yangınlar, ağaçların içinde olup bitermiş.
şebnem, alevleri görmezden gelerek yangını söndüremeyiz.
şebnem uzaya baharın gelmesi, seni bulmama bağlı.
şebnem kalbimden senin kalbine balyozla bin pencere açayım.
şebnem her gülümseyişinde tüm ülkeye çay ısmarlayayım.
şebnem seninleyken bir yudum çay zenginleştirilmiş uranyum gibi enerji veriyor bana.
şebnem ne çok melek var yüzünde, tebessümün için binlercesi çalışıyor olmalı.
18. ve 19. yüzyıllarda, ingiltere'deki şapka fabrikalarında çalışan insanların yüzde 10'u delirerek ölmüş: keçe işlemekte kullanılan cıvanın yan etkileri...
şebnem, üzerinde şapkalar yüzen bir cıva nehrine ayaklarımı sarkıtmış vaziyetteyim.
şebnem niye böyle? aşkın, patlayan bir okyanusun tozları gibi saçılıyor.
şebnem bulutlara kement atayım, ne kadar istersen onca yağmur ayarlayayım.
şebnem kediler geliyor apartman boşluğuna, doğrudan bana miyavlıyor-lar, sanki senden bahsediyorlar, dikkatle bakıyorum.
şebnem zarflar açıyorum, faturalar çıkıyor içinden. sanki senden bir haber gelecek, senin el yazın, imzan olacak... öyle saçma, küçücük, tülbent boncuğu gibi umutlar pıt pıt içimde beliriyor.
şebnem uçaklar geçiyor. uçakları sanki sen kullanıyorsun.
her şeyde sana dair bir ipucu, bir işaret seziyorum.
hayat çok tuhaf şebnem: paraşüt, uçaktan yüz yıl önce, 1783’te icat edilmiş.
şebnem içimde, kum saatindeki toz şeker gibi senin sevgin birikiyor. milletçe öteden, varlığın başımı döndürüyor.
tessenjitsu adlı japon dövüş tekniği, sadece yelpaze kullanarak adam öldürmeye dayalıymış.
zarafetin aksesuarı, cinayetin aracı olabiliyor.
şebnem her zorluğun içindeki kolaylığı, kara üzümün iri çekirdekleri gibi bulup çıkarabiliriz.
dilim uyuştu şebnem, parmaklarım yazmaktan oksitlendi. laf uzadıkça anlam geriler. sözlerde o acı yalan tadı belirir.
şebnem imparatorluk gibisin, dünyayı özelleştiriyorsun. kalbim jelatini i yoyo gibi zıplamaya başlıyor sesini işitince.
cehennemde teçhizatsız kalakalmış itfaiyeci gibiyim.
tamam abartmayayım, tozutmayayım, uslu çocuk olayım. irmik helvasının üzerinde uçan kelebek gibi toz olayım.
beni kınama yeter ki, huylarımı değiştiririm. bir robot kadar iffetli, güvercin kadar ılımlı olurum.
şebnem ballanmış ilkbahar gibisin. leylaklarla dolu bir akvaryum, akasyalardan süzülen ikindi ışığından yapılmış gibisin. iğde yumuşaklığı, iğde esansı, iğde reformistliği var sende. üzerinde nar, kiraz, mandalina ve zeytinler yetişen bir ağacın mucizesini üstlenmişsin.
benim payıma paylaşılamayan şeyler düştü galiba? beni mahveden hatalarım hangileriydi, emin olamıyorum. gerçek bela, devrim niteliğindeki bahtsızlık, büyük noksan neydi hayatımdaki? bunlar ve benzeri belirsizlikler insanı sersemletiyor. yanlış anlamaların mikrodalga fırınında ısıtılmış ve çabucak bayatlayan umut kırıntılarıyla besleniyorum. zehirlenmeye bile yetmeyecek porsiyonlarla. çölde seraplar gören bir şempanze gibiyim. tımarhanede esir edilmiş felçli bir dilsiz kadar gerginim.
pekala... ciddiye alınmak için mızıkçılığa başvurma taktiğini kenara bırakayım.
sonuçları nedenlerin önüne almayayım. methiyeden şantaja geçmeyeyim. vahşetim teröre dönüşmesin.
papatyaları harf olarak kullanayım.
çağın gerisinde kalmayayım.
ilk romanı 1007 yılında murasaki shikibu adlı japon soylusu bir kadın yazmış; kitabın adı genji'nin hikayesi.
romancılar bin senedir çalışıyor; bin yıla kalmaz seni anlatabilecek seviyeye ulaşırlar.
insanı cazibe hareket ettirir, mucize de durdurur.
sözlerim sana karmaşık mı geliyor? birinin beni anlaması için yanımda elli yıl geçirmesi gerek şebnem.
keşke, içimizdeki bitki örtüsünü çürümeye terk etmek zorunda olmasak.
kendimizi emanet edebileceğimiz kişiyi bulana kadar canımız çıkmasa.
benzer şeyler arasında fark gözetme lüksüne sahip değiliz.
o kadar zekisin ki şebnem, benim kurnazlığım senin dehanın yanında sağır bir devede kulak.
belki dileklerim gerçekleşmese de iyi bir insan olurum?
sanırım cehenneme gerçekten uğrayacağım, fakat cennete yakın bir bölgesine.
şişko bir şeytanın, çelimsiz bir meleği göğsümün kafesinde patakladığını hissediyorum...
dişlerini, çillerini tek tek öpüyorum.
aşktan kaçış varsa bile kurtuluş yoktur.
şebnem, çizgi film kuzusu,
tütsülenmiş bir bahçede saklambaç oynuyor gibiyiz.
sensiz bütün tabancalar, fincanlar, odalar boş; sokakların hepsi ıssız, hiçbir gezegende bana hayat yok.
şebnem, her şeyde senden bir anı aksediyor, senin masumiyet kanıtı parmak izlerinle dolu sanki dünya.
gelgelelim masumiyet, yaşam belirtilerinin azlığı demektir şebnem.
bu gidişle yokluğunun gürültüsünden sağır olacağım.
eline sihirbaz değneği geçmiş kör gibi.
arabalar etrafımda keskin frenler yaparak duruyorlar. beynime sıcak asfalt dökülmüş gibi, hasretin katranı kafatasımdan gövdeme damlıyor.
şebnem seninleyken içimi padişah gururu kaplıyordu.
gözlerine bakınca, kanımda gıcır gıcır hançerler, kılıçlar yüzüyordu.
senin kadife geometrin başımı döndürüyordu.
bir yandan da karşında kendimi mağaranın girişindeki kütük gibi hissediyordum.
şimdi uzaya fırlatılan mekikte kilitli kalmış sinekten beterim.
şebnem, istanbul, türkiye, dünya, galaksi, uzay senin olduğun yerde başlıyordu; neredesin?
sensiz, yolunu kaybetmiş görünmez adam gibiyim.
aptallığın otobanından dehanın patikasına mı varacağım? inşallah o yol, iki kişinin yan yana yürüyebileceği kadar geniştir.
kafamın içinde kocaman bir ağaç ve küçücük bir maymun var. daldan dala zıplıyor, onu evcilleştiremiyorum.
bütün şarkılarda senden bahsediliyormuş, onu fark ettim.
ezelden beri o nazlanan senmişsin.
saray çatılarında senin için düello yapılmış
her insan bazen gökte yabancı bir cisim görür de gözlerine inanmaz ya, yanındakine ;benim gördüğümü sen de görüyor musun?& diye sorar.
bende seninleyken gözlerime inanamıyordum. kulaklarıma inanamıyordum. vücudumdaki hiçbir hücreye inanamıyordum.
kimseye soramıyordum da ;benim gördüğümü sende görüyor musun?; diye;
seni unutma fikri bile, sana kavuşma umuduna bağlanıyor içimde
senden kaçış varsa bile kurtuluş yok şebnem.
artık, su olsam sana doğru akarım, uçak olsam sana doğru uçarım, erik olsam sana doğru yuvarlanırım
bizi ancak aynı banyoda yıkanmak paklar şebnem.
yüreğin derinliklerinden yükselen sesler, kulakta sapıkça bir şey gibi tınlıyor farkındayım.
öpüyorum gözkapaklarını, dizkapaklarını, kalp kapakçıklarını.
kalbin darmadağın olunca, kafan da karışır şebnem, italyan kahvesine batırılmış irlanda çöreğim; çöpten metal kutular toplayan zombi gibiyim.
şebnem peynirsiz labirentte dönüp duran fare gibiyim.
şebnem beynim bulaşık teline döndü.
sana olan duygularımı mesafe, boşluk, bildiğin hiçlik mayalıyor.
bazı konuları açıklığa kavuşturmak için çenemi tutmam ve birtakım sonuçlar elde etmek için de hiçbir şey yapmamam gerekirdi.
asmaların başında nöbet tutmak, üzümlerin olgunlaşmasını sağlamıyor.
saatin akrebinden hız beklememeliyim.
tüm umudumu hayırlara vesile olan aksaklıklar, 12'den vuran yanlış anlamalar ve sorunları halleden hatalara bağladım.
dünyada sahtelik kadar gelişim gösteren başka bir şey yok.
o yüzden, paradokslarla haşır neşir olmadan hayatımıza canlılık katamıyoruz şebnem.
imkansıza yatırım yapmadan kazanamayız.
kaybetmedikçe zenginleşemeyiz.
dirilmek için kendimizden başlayarak her şeyi yok etmemiz gerek.
vücut bulması için can attığımız şeyi inkar etmek, yok saymak, reddetmek zorundayız.
doğru, ancak yalanların sürekli desteği sayesinde ayakta durabiliyor.
kederliysen güleçliği, sevinçliysen somurtuşu kalkan olarak kullanmalısın.
dostluğa rekabet ve imha; aşka kurallar ve prosedürler eşlik ediyor.
insanın ayna karşısında yaşadığı türden önemsiz bir belirsizlik ile satıcılıktan uzak karmaşa dinmiyor.
sen de benim aklıma uysan, kalbime uysan, belki bu tuhaflıktan büyük heyecanlar çıkarabilirdik.
ben riskleri yönetemiyorum şebnem. afeti kontrol edemiyorum, krize söz geçiremiyorum.
sürprizlerin üzücülük arz etmesi sürpriz olmuyor.
bana öyle geliyor ki, bizlerde olgunluk alametleri gibi yansıyan şeyler, tecrübelerimizdeki alelade acılıktan ileri geliyor.
delidoluluğun uzantıları gibi algılanabilecek davranışlarımızın da doğallığı su götürür.
geçerlilik kazanmış riya sisteminin kusursuz işleyişi, ilişkilerimize garantiler getiriyor.
güvenliği kilitlerde buluyoruz şebnem.
emniyet ile itimat aynı şey artık.
ve birine itimat edecek kadar kendine güvenmenin manası yok.
aşk hiçbir çağda güvenli bir heyecan olmadı. fakat aşk'ın bizi manasızlığa kelepçelemesini, aşağılayıcı bir üslupla imha etmesini göze alamıyoruz.
insan kendi aptallığının büyüklüğüyle yüzleşince kahrolmaktan kaçınamıyor.
artık iltifatlar, ikramlar, nazik teklifler en büyük tehditlere dönüşüyor.
peygamberin mirası tebessüm, riyanın kırmızı alarmı haline geldi.
dostluğumuz, arkadaşlığımız, tanışıklığımız, tümüyle eğlenceli olmak zorunda.
her türlüsü ürkütücü olan içtenlik başgösterdiği anda, şakaların opak muşambasına bürünüyoruz.
birbirimizi oyalamak, kibarlığın yegane yolu oldu.
saptırılmış ve bir yönetmeliğe uyarlanmış saygının gereği olarak cıvıtmak... ne kader ama.
kral, en büyük soytarı olmak zorunda.
insanlar, yakınlaşmanın yolunu kendilerine acındırmakta ya da muhataplarının kafasına demirle vurmakta arıyorlar çoğu zaman.
bir de benim gibi, dokunaklı genellemeler yapanlar var.
şimdi bunları söylüyorum ya, sabah dünyaya, insanlara inanıyor olarak uyanacağım.
nefertiti'yi [üst kat komşumun kedisi] ve yavrularını görünce, beni bekleyen birtakım vazifeler, insanlık görevleri olduğu fikrine kapılacağım.
hayatın ölümden, aşk'ın her ikisinden de büyük olduğuna inanacağım.
ve bu saçmalığı doğuran şartlar, seni benim için dünyanın en değerli insanı kılıyor.
keşke başka ihtimaller de olsaydı, gerçek hatalar yapabilseydim hiç değilse...
cehennem, biliyorsun, tüm sorulara aynı cevabın verildiği, azabın kurumsallaştığı, eziyetin otomatikleştiği yerdir.
ya çok derin acıların ya çok büyük hedeflerin var ya da çok inatçısın şebnem. bunların hepsi ya da herhangi ikisi de olabilir.
bazı şeylerin anlamı ortaya çıktığında, o şeylerin kendileri çoktan yitmiş oluyor şebnem. biz aslında kaybettiklerimiziz. kendisi kaybolunca anlamı parlayan şeylerle kuşatılmış durumdayız. bu anlam birikintisi, aslında hayatla ilgisi kesilmiş olduğu için anlamsızlığa matuf.
görüyorsun ya, tüm sözlerim, zavallılığa dönüşmüş bir samimiyetten geriye kalan ve ağıt izlenimi uyandıran gevelemelerden ibaret.
aslında tüm insanlığı ilgilendiren bunca belirsizlik içinde yalan da önce ihtişamını, sonra da görülebilirliğini kaybetti.
doğrunun önemi kalmayınca, yalanı ancak kendine söyleyebilirsin. kendini bulabilirsen tabii.
şebnem çok saçmaladım, bağışla.
insanın kalbi darmadağın olunca, kafası da karışıyor.
mümkünse, söylediklerimi unuturken beni aklından çıkarma.
huşuyla öpüyorum