- Göklerde uçuşan kuşlar, ekin ekmezler, hasat yapmazlar, onların rızkını Tanrı verir.
- Aldığı yaradan sonra kendine geldiği vakit, ruhunu birden yaşamın yükünden kurtaran, ölümsüz, özgür ve bu dünyaya hiçbir bağlantısı olmayan aşk çiçeği açılmış ve Prens Andrey artık ölümden korkmaz, onu düşünmez olmuştu.
- Her şeyi, herkesi sevmek, aşk uğrunda her zaman kendini feda etmek, aslında belli olarak hiç kimseyi sevmemek ve bu dünyadaki yaşantıdan apayrı bir yaşantı sürdürmeye başlamak anlamına geliyordu. Bu yeni başlayan sevgiye kendini verdikçe yaşamdan daha çok uzaklaşıyor, onu daha çok reddediyor ve böylece aşktan yoksun olarak hayatla ölüm arasında duran o korkunç sınırı kesinlikle ortadan kaldırıyordu.
- Piyer tutsaklıkta, barakada iken aklıyla değil, bütün varlığıyla, bütün yaşamıyla insanın mutluluk için yaratılmış olduğunu, mutluluğunu da kendi içinde taşıdığını, mutluluğun insanın kendi ihtiyaçlarını karşılamaktan ibaret olduğunu, bütün mutsuzluğun da yoksunluktan değil, fazlalıktan ileri geldiğini anlamıştı. Ama şimdi, yola koyulduklarının bu üç haftası içinde yeni, teselli verici bir gerçeği daha öğrenmişti. Öğrenmişti ki,dünyada korkulacak hiçbir şey yoktu. İnsanın tam anlamıyla mutlu, tam anlamıyla özgür olmasını sağlayacak bir çare bulunmadığı gibi, tam anlamıyla mutsuz, tam anlamıyla özgürlükten yoksun olmasına yol açacak bir durum da olamazdı; bunu öğrenmişti. Anlamıştı ki; acının da, özgürlüğün de sınırı vardı ve mutlulukla mutsuzluğun sınırı birbirine çok yakındı; pembe yatağında, çarşafın bir ucu kıvrıldı diye rahatsız olan bir insan, tıpkı çıplak, rutubetli bir toprağın üzerine uzanıp da, vücudunun bir yanı ısınırken, öbür yanı üşüyen bir insan gibi rahatsız oluyordu; eskiden dar balo ayakkabılarını giyinirken nasıl bir acı duymuşsa, şimdi artık yalın ayak, (ayağındaki pabuçlar çoktan parçalanmıştı), daha doğrusu her yanı yaralarla dolu, çıplak ayaklarıyla yürürken aynı acıyı duyuyor, canı acıyordu. Anlamıştı ki, eskiden karısını kendi isteğiyle aldığını sanıyordu, oysa o zaman sonradan kendisini ahıra kapayıp, kapıyı kilitledikleri anda olduğundan daha özgür değildi. Bütün başına gelenler arasında, sonradan acı olarak nitelendirdiği, ama o sırada hemen hemen hissetmediği şeyler arasında en önemlisi çıplak toprağa, taşa sürtüne sürtüne yara bere içinde kalmış, kabuk bağlamış nasırlı ayaklarının durumuydu. At etinin hoş bir tadı vardı ve besleyiciydi. Tuz yerine kullanılan barutun ham maddesi güherçilenin tadı da hoş geliyordu. Hava fazla soğuk değildi; gündüzleri insan ısınıyordu. Geceleri ise çoban ateşleri yanıyordu. Vücudunu yiyen bitler, ona hoş bir sıcaklık veriyordu. Sözün kısası ilk zamanlarda ona en zor gelen şey, ayaklarının durumuydu.
- ...yüceliği kabul etmek, kendi küçüklüğünü, hiçbir ölçüye gelmez adiliğini kabul etmekten başka birşey değildir!
- Sonradan eski alışkanlığına uyarak, kendi kendine hemen: 'Peki bundan sonra ne olacak? Bundan sonra ne yapacağım?' diye soruyor, bundan sonra da gene kendi kendine karşılık veriyordu. 'Hiç bir şey yapmayacağım: Sadece yaşayacağım. Ah, ne hoş şey!'.
- Eskiden kendisine üzüntü veren ve durmadan arayıp durduğu şey, yani amaç, hedef denilen şey, artık onun için yoktu. O arayıp durduğu amacın, şimdi kendisi için yok olması, sadece o sırada rastgele hissettiği bir duygu değildi; hissediyordu ki, zaten ortada böyle bir amaç yoktu, olamazdı da! Hem ona bu eksiksiz, bu sevinç dolu özgürlük duygusunu veren, bütün bu süre içinde onu mutlu yapan da bu amaç yoksunluğuydu.
- Artık bir amacı olamazdı. Çünkü şimdi inancı vardı. Bazı kurallara, sözlere ya da düşüncelere değil de yaşayan, her an varlığı duyulan Tanrıya inanıyordu. Eskiden Tanrıyı kendi kendine uydurduğu amaçlarda arıyordu. Kendine bir amaç arayışı, Tanrıyı arayıştan başka bir şey değildi. Sonra birden tutsak olarak tutulduğu yerde aklı ile değil, doğrudan doğruya duygularıyla, dadısının kendisine yıllar önce söylediklerinin doğru olduğunu, Tanrının işte orada, burada, her yerde karşısında bulunduğunu anlamıştı. Tutsaklıkta öğrenmişti ki, Karatayev'in yüreğindeki Tanrı, masonların Evrenin Ulu Mimarından daha sonsuz, daha yüce, daha zor kavranılır bir varlıktı. Gözlerini zorlayarak uzaklara dikkatle bakarken aradığını ayaklarının altında bulan bir insanın duygusu içindeydi. Ömrü boyunca uzaklara, çevresindeki insanların başları üzerinden ta ilerilere bakıp durmuştu; oysa gözlerini zorlamasına hiç gerek yoktu. Sadece önüne bakması yeterliydi.
- Hiçbir şey bilemediğimize, hayata dair en önemli soruyu, iyi ya da kötü cevaplandıramadığımıza aldırmayıp, birimiz ötekini dinlemeksizin hep bir ağızdan konuşup duruyorduk.
- Niçin yaptığımı bilmeden bir şey yapamazdım ve yaşayamazdım.