Çocuğum dün öldü ?üç gün ve üç gece boyunca o küçücük, pamuk ipliğine bağlı hayat uğruna ölümle savaştım, kırk saat süreyle, grip onun zavallı, sıcak vücudunu ateş nöbetleriyle sarsarken, yatağının yanında oturdum. Yanan alnına serinletici bir şeyler koydum, onun o tedirgin, küçücük ellerini gece gündüz tuttum. Üçüncü akşam çöktüm. Gözlerim artık tükenmişti, ben farkına varmadan kapandı. Üç veya dört saat boyunca sert sandalyede uyuyakaldım ve bu arada ölüm onu benden aldı. O tatlı, zavallı oğlum şimdi orada, daracık çocuk yatağında, öldüğünde nasıl idiyse yine tamamen öyle yatıyor; sadece gözlerini, o akıllı bakan, koyu renk gözlerini kapatmışlar, ellerini de beyaz geceliğinin üstünde kavuşturmuşlar ve yatağın dört köşesinde dört uzun mum yanıyor. Oraya bakmaya cesaret edemiyorum, kımıldamaya cesaret edemiyorum, çünkü mumlar titrediğinde oğlumun yüzünün ve kapalı ağzının üzerinden hızla gölgeler geçip gidiyor, yüz hatları sanki kıpırdıyor ve o zaman onun ölmediğini düşünebilirim, yeniden uyanacağını, aydınlık sesiyle bana tatlı ve çocukça bir şeyler söyleyebileceğini sanabilirim. Ama biliyorum, o öldü, artık dönüp ona bakmak istemiyorum, bir defa daha umuda kapılmamak için, bir defa daha hayal kırıklığına uğramamak için. Biliyorum, biliyorum, çocuğum dün öldü ?şimdi artık benim için yalnız sen varsın dünyada, yalnızca sen, benimle ilgili hiçbir şey bilmeyen sen, bu arada hiçbir şeyden haberi olmayanı oynayan veya her şeyi ve herkesi alaya alan sen. Evet, yalnızca sen, beni asla tanımamış olan ve hep sevdiğim sen.
Diğer Stefan Zweig Sözleri ve Alıntıları
- Siyah olan ben, beyaz olan ben'in yapacağı her hamleyi heyecanla bekliyordu...
- Kendime karşı oynamaya kalkıştığım andan itibaren, bilinçsizce meydan okumaya başlıyordum. Siyah ve beyazdan oluşan her iki ben de yarışa girişmeden edemiyordu ve her ikisi de yenmek, kazanmak için kendine göre bir hırsa,bir sabırsızlığa kapılıyordu;siyah olan ben,beyaz olan ben'in yapacağı her hamleyi heyecanla bekliyordu.Bir tanesi bir yanlış yapınca ,öteki ben sevinçten havalara uçuyor ve aynı anda da kendi beceriksizliğine kızıyordu.
- Victor Hugo ölüm döşeğindeki Balzac'ı ziyaretini anılarında anlatır:
Zili çaldım. Bulutların arasında ay parlıyordu. Sokak terk edilmişti. Kimse çıkmadı, ikinci kez çaldım zili. Kapı açıldı. Elinde mumla bir hizmetçi kız çıktı. "Beyefendi ne emrederler?" Ağlıyordu. Adımı söyledim. Düz zemin üzerinde duran ve şöminenin karşısındaki konsolun üzerinde Balzac'ın David D'Anger yapımı kocaman mermer büstünün bulunduğu salona alındım. Salonun ortasında, altı tane altın kaplama, zarif heykel ayaklar üzerinde duran zengin masanın üzerinde bir ışık yanıyordu. Başka bir kadın geldi, aynı şekilde gözyaşları içindeydi ve şöyle söyledi: "Ölüyor. Madame odasına çekildi. Doktorlar dün umutlarını kestiler. Sol bacağında bir yarası var ve kangrene dönüşmüş durumda. Doktorlar ne yapacaklarını bilemiyorlar. Ödem sonucu vücudunda yağ toplanmaya başlandığını söylüyorlar. Et ve derisindeki yağ tabakası o kadar sertleşmiş ki, delip sıvıyı akıtmak mümkün değilmiş. Bir ay önce beyefendi bir mobilyanın köşesine çarparak kendisini yaralamıştı...Sabah saat dokuzdan beri konuşmuyor artık... Yataktan dayanılmaz bir koku geliyordu. Yorganları kaldırdım ve Balzac'ın elini tuttum. Eli ter içindeydi, sıktım. Elini sıkışıma karşılık veremedi...Hastabakıcı bana, "Gün doğarken ölecek," dedi. Merdivenlerden aşağı indim ve bu canlı yüzün resmini zihnime kazıyarak yanımda götürdüm. Salona girdiğimde yine büstle karşılaştım, hareketsiz, hissiz, yüce ve belirsiz bir ışıltı yayan büst ve ölüm ile ölümsüzlük arasında bir karşılaştırma yapmaktan kendimi alamadım. - Fakat gözlerini hırs bürümüş bu insanların bütün kentlerden, bütün köy ve kasabalardan akıp gelmeleri ne kadar da hüzün vericidir. Yalnızca asalet armalarını altınla daha iyi yaldızlamak isteyen gerçek soylular, gözü pek serüven düşkünleri ya da yiğit askerler değil, İspanya'nın tüm pisliği ve çamuru da Palos'a ve Cadiz'e akın ediyor, altın ülkesinde daha karlı bir iş edinme hevesine düşmüş bütün damgalı hırsızlar, yol kesen eşkıyalar, çapulcular, borçlular, yaşamlarını çekilmez kılan karılarından kaçıp kurtulmak isteyen kocalar, umutsuzlar ve işlerinde başarısızlığa uğrayanlar, kısacası İspanyol adliyesinin aradığı ne kadar çapulcu ya da hırsız varsa, tümü de Eldorado'ya gidecek olan filoya başvuruyor. Bir hamlede zengin olmak için her zorbalığı yapmaya ve her cinayeti işlemeye karar vermiş çapulcu ve sokak serserilerinden oluşan çılgın bir tutku seli.
- ''Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz"
- Ama unuttukları bir şey vardı. Mehmet de bir hülya adamıdır, hem de düşlerini gerçekleştrimede eşine az rastlanan bir hülya adamıdır. Bu dört kalyon, Haliç Limanı'nda, kendilerini güven içinde sandıkalrı bir sırada o, hayal zenginliği bakımından akıllara durgunluk veren bir plan üzerinde çalışıyordu, savaş tarihinde örneğini Anibal ve Napoleon'un kişiliğinde görebildiğimiz atak bir plan. Bizans, Sultan'ın önünde duran som altından bir meyveydi ve o, bunu ele geçiremiyordu.....(...) ... Mehmet, savaş tarihinde benzerine rastlayamadığımız bir plan yaparak, dış denize eli kolu bağlı, öylece bekleyen donanmsını karadan yürütüp iç denize, Haliç Limanı'na taşımaya karar veriyor. Yüzlerce gemiyi dağlık bir araziden geçirmeyi amaç edinen, insanın aklına durgunluk veren bu çılgınca düşünce...
- Artık yanına kimse yaklaşmayı göze alamaz olmuştu; Handel tam üç hafta boyunca odasından dışarı çıkmadı. Yemeği önüne konulduğu zaman sol eliyle acele acele ekmeği ufalarken sağ eliyle yazmayı sürdürüyordu.
- Yazgı hep güçlülerden ve zorbalardan yanadır. Tek bir kişiye yıllar boyu kul köle olur. Sezar, Büyük İskender ve Napoleon'lara olduğu gibi; çünkü o, kendisine benzeyen, kendisi gibi ele avuca sığmaz insanları sever.
- İnsan yaşamına çok ender olarak inen o bir tek saniyelik büyük an, kendisinden yararlanmasını bilmeyenlerden işte böylesine müthiş öç alır. Basiret, buyruğa boyun eğme, çaba, akıl ve sağduyu gibi bütün insanlık erdemleri, yazgıyı belirleyen o büyük anın tutuşturduğu ateş içinde eriyip işte böyle yok olur. O büyük an, korkakları horlayarak geri iter ve yeryüzünün bir başka tanrıları olan yüreklileri ise, ateşli kolları arasına alıp gökyüzüne, yiğitlerin yanına götürür.
- Goethe bir konuşmasında şiirleri için "duygularımın anı defteri" demişti ve anı defterinin hiçbir sayfası, onun bu içten duygularını, bu hüzünlü belgeler kadar açık bir biçimde önümüze sermemiştir.