Yirmi beş yıllık öğretim üyesi Profesör Olcayto Fişek sınıfa girdiğinde, mesleğe ilk başladığı günkü inançlarının hiç değişmediğini fark etti: Öğrencilerinin hepsi geri zekâlıydı. Örneğin şu en ön sırada oturan kıvırcık uzun saçlı, suratındaki o her daim memnun ifadeyle angutluğunu taçlandıran çam yarmasına kim klinik psikoloji master öğrencisi diyebilirdi ki? Ya da en arkada walkman dinleyerek uyuklamakta olan sıska, sivilceli, sözüm ona çiçek çocuğa. Çiçekten çok sıçılmış bol soğanlı kapuskaya benziyor, diye düşündü Profesör Fişek.
Diğer Alper Canıgüz Sözleri ve Alıntıları
- İkimiz zorlukla sığıştık küçücük paspasın üstüne. Kıçlarımız birbirine değiyordu. Bunu pek heyecan verici bulamıyordum nedense. Tersine canım sıkılmıştı. Alev Abla'nın da bir kıçı olduğunu fark etmek hayal kırıklığına mı uğratmıştı beni acaba?
- "Artık klinik psikoloji ve psikiyatriyi sorgulamak entelektüel kabul edilmenin baş koşulu haline gelmişti. Son on yıldır bütün zevzek öğrencileri yepyeni bir şey keşfetmiş gibi heyecanla aynı sözleri tekrarlayıp duruyordu: "Bir insan kendini Napolyon sanıp bundan da mutluluk duyabiliyorsa, onu sözde tedavi edip mutsuz kılmak doğru mu?" "Sırf çoğunluğun normallik anlayışına ters düşüyor diye birine deli yaftası yapıştırıp onu bir tımarhaneye kilitlemek insanlık dışı değil mi?" "Neden insanları değiştirmektense, insanlara dünyayı değiştirecek gücü vermeyi denemiyorsunuz?" "Ya deliler haklıysa!" "Delilere özgürlük!" Ve en sinir bozucusu da, "Bana normalin tanımını yapabilir misiniz?" sorusuydu elbette. Daha da ileri gidip kendisini şizofren ilan eden sanatçı bozuntuları bile vardı. Tüm ruh hastaları Dostoyevski, Lincoln, Van Gogh ya da Mayakovski ve tüm ruh hekimleri de bu kokuşmuş toplum düzenini korumak için onları kilit altında tutmaya çalışan gaddar gardiyanlardı. Acaba bunları iddia edenlerden kaçı durmadan bokunu yiyerek kendini zehirleyen bir hebefrenikle ya da bir hafta boyunca parmağını bile kıpırdatamayacak şekilde kasılıp kalmış acılar içinde kıvranan bir katatonikle ya da yukarıdan aldığı gizli bir görev nedeniyle kırmızı giyen herkesin gırtlağını kesen bir paranoid şizofrenle tanışmıştı? Hiç bilmedikleri konular ve anlamadıkları insanlar üzerine atıp tutanlar asıl bu aptallardı."
- ***
Bazen de saygıdeğer abilerim ablalarım, dünyası yerle bir olur insanın. Hayat, fazla kafa yormadan idare etmeyi sağlayan bütün anlamlarını yitiriverir. En akıllıca saydığınız fikirlerinizin saçmalığını, en içten duygularınızın yapmacıklığını kavrarsınız. Aslında hiçbir konuda bir fikriniz bulunmadığını, aslında hiç kimseye karşı bir şey hissetmediğinizi ve tüm evrenin de size karşı aynı gaddarca kayıtsızlık içinde olduğunu. Hep gözünüzün önünde durduğu halde o güne dek nasılsa yok saymayı başardığınız bu gerçeği fark ettiğiniz anda ilahi işleyişi de çözmek üzeresiniz demektir.
Tanrı, içindeki tahammülfersa boşluğu doldurmak için evreni yaratır. Evrenin içine gezegenleri, gezegenlerin içine dünyayı, dünyanın içine hayatı, hayatın içine insanı yerleştirir. Ve onun içine koyacak bir şey bulamaz. İşte insan denen tuhaf hayvanın, varlıkların en yücesi ve anlamsızı kılınışının hikayesi. Evrenin orasını burasını felsefeyle, sanatla, aşkla, hatta ironik bir biçimde Tanrı'yla bezerken, ortak anlamsızların en küçüğünün elbette bir gerçeği unutması gerekmektedir: Hakikatte bütün kitaplar sayfaları doldurmak için yazılır.
Sevdiğiniz birinin ölümü, örneğin, yüzleşmenizi sağlayabilir kendinize söylediğiniz yalanlarla. Ya da ananızdan yediğiniz okkalı bir dayak. Üstelik siz, ananızın canına okumak için haklı duygusal gerekçeleri bulunduğuna inanmaya hazırlanırken, içinizi parçalayan onun gözü dönmüşlüğü değil, beyninizi zedelememek için sopayı sadece kollarınıza ve bacaklarınıza indirecek kadar düşünceli davranması olabilir. Nihayet onun elinden kurtulup kendinizi odanıza attığınızda pencereden giren akşam güneşinin ışığında neşeyle dans eden tozlar dört bir yana dağılır. Onların huzurunu kaçırmak sizi öyle üzer ki, içiniz feci dışlanmışlık duygusuyla dolar. Birden gözlerinize yaşlar hücum eder. Bu küçük sevimli yaratıkların sizden korkmasını hazmedemezsiniz. İki saatlik dayak seansına gık demeden katlanan siz, yere kapanıp zırıl zırıl ağlamaya başlarsınız. Sonra bir toz tanesi gelip parmağınızın üzerine konuverir. Usulca oynatırsınız parmağınızı. Hâlâ oradadır. Derken diğerleri ona katılırlar. Yerde yatarken üzerinize toz tanecikleri yağar. Sırt çevirdiğiniz hayat o noktada sizi kucaklarken hıçkırıklarınız fraktal bir dans müziğine dönüşür.
Bir gün toz tanecikleri sizi bağrına basarsa, bilin ki ya nirvanaya ulaştınız ya da çıldırdınız. Hangisi olduğuna kendiniz karar vereceksiniz.
OĞULLAR VE RENCİDE RUHLAR
ALPER CANIGÜZ
Bölüm 7 ''Öcülerin Öcü''
Sayfa 108-109 - Okulda insanın asıl öğrenmesi istenen, anlatılan dersler değil ders anlatılırken susması gerektiğidir.
- En güzel söz, tam zamanda söylenmeyen değil midir?"
- " Mevsimlerden yazdı ve tercüme-i halime ne söylesem azdı. Biliyorum gidecekti. Kim bilir, belki bir bekleyeni vardı? Lakin gözlerinden anlıyordum o da benim gibi yalnızdı. Dışarıdan bakınca halleri pervasız, ruhu uçarıydı. Sevdiyse de çok, korkarım bana pek inanmazdı. İşte bu konuda çok haksızdı. Varsın olsun; başka kim gözlerinde umudu ve acıyı aynı anda böyle güzel taşırdı? Tanrı'nın kaderime yazdığı işte bu kızdı.
- "Müziği hissetmelisin," dedi ritme uygun biçimde koluyla havada kocaman bir sekiz işareti çizerek. "O haykırarak acıyı dile getiriyor."
"Gerçek acı sessizdir," dedim. "Bir huzur evi gibi." - İki insanı, bir üçüncüyü ezmek kadar birbirine yaklaştıran bir şey var mıdır şu dünyada?
- Bu ve benzeri konularda düşünmek için derhal biramı yenilemem gerekiyordu.
- Sonra o ilk meş'um soruyla kopuş başlar: Anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı? Bu masumane görünen soru, içinde korkunç bir gizli argüman barındırmaktadır: Bu da sevginin ölçülebilir bir şey olduğu iddiasıdır. Biliyor musunuz, çocuk o güne kadar bunu hiç düşünmemiştir bile. O hayatı ve hayatın bir parçası olarak kendisini ve diğerlerini doğallıkla sevmektedir. Ne ki, birden tartmaya başlar... Annemi mi daha çok seviyorum babamı mı?