Sonra, nereden aklına geldiyse günün birinde gözlerini kapıya dikmiş ve yorganın üstündeki çiçek desenlerini dalgalandıran sapsarı bir
sesle, hay Allah'ım, bir kapı bu kadar mı hüzünülü açılır, bu kadar mı diye ağlamış. Sonra, bir sabah dışarıdan gelen çeşitli seslere bakarak, yahu sesler insanın kulağına bu kadar mı dışarıdan gelir diye de ağlamış birdenbire. Günün değişik saatlerinde gar binasından yükselen tren düdüklerini duydukça, of Allah'ım of, trenlerin düdükleri bu kadar mı acı olur diye de ağlamış sonra. Hatta, bütün bunların ve tütün tabakasının görünüşü, çakmağın duruşu, yastığın yumuşaklığı gibi daha başka şeylerin yanı sıra sık sık ellerine bakıp, bir insanın elleri insana bu kadar mı çaresiz görünür diye de ağlamış.
Sonra, işte dedem böyle her gün her şeye ağlarken sesi gidip sokaklara yayılmış olmalı ki, mahalledeki çocuklar gelip arada bir pencereden bakmaya başlamışlar ona. Annemin dediğine göre, çapulcu sürüsünden betermiş bu çocuklar; koşun ulan koşun burada ağlayan adam var diye bağıra çağıra hiç umulmadık bir anda geliyor, küçücük elleriyle demir parmaklıklara tutunup içeriye bakıyor, bakarken birbirlerini dürterek anlaşılmaz bir iştahla pis pis sırıtıyor, sonra da bütün uyarılara rağmen pencerenin dibinde inadı tutmuş keçiler gibi hep birlikte zıplayıp duruyorlarmış. Arada bir dedeme dil çıkaranlar da oluyormuş bunların içinde. Onu kızdırmak için nanik yapanlar ve burunlarını cama dayadıktan sonra gözlerini pörtleterek, dipdiri bir sesle kalın kalın, bu adam neden ağlıyor laaan, diye soranlar da oluyormuş.
Dedem yattığı yerden onların seslerini duyuyormuş tabii.
Duyunca, bu sefer de yorganın kenarını sımsıkı ısırıyor ve gözlerini kapatarak, zibidiler benim kederimden neşe çıkarıyorlar diye ağlıyormuş.
İşte bu yüzden, annemle babaannem, kapının arkasında sırayla nöbet tutmaya başlamışlar o günlerde. Artık orada tepeden tırnağa kulak kesilip bekliyor, sesleri duyunca aniden dışarı fırlıyor, fırladıkları zaman da pencereye yaklaşan çocukların üstüne yürüyerek onları
küçük gruplar halinde geri püskürtüyorlarmış. Tutup enselerine tokadı şak şak yapıştırıyorlarmış hatta arada bir. Çocuklar da, azgın birer gölge gibi annemle babaannemin tepesine doğru sıçrıyorlarmış o sırada ve seslerini dedeme ulaştırabilmek için ha bre bağırıp çağırıyorlarmış.
Bu hengâme böylece sürüp giderken, biliyor musun, dedem ölmüş bir gün.
İşte bu odanın içinde tek başına, kuşlar gibi çırpına çırpına ölmüş.
Diğer Hasan Ali Toptaş Sözleri ve Alıntıları
- Yürüyorum dediği, durmanın ta kendisiymiş. Düş gibi bir şey yani... Koşarsın koşarsın da varmazsın hani; içindeki umut, varamadığın kadar büyür. Sen bakarsın ışıltıyla. İleriye uzanırsın (uzanmak istiyorsun), uzandıkça da kolların uzar babam uzar... Gene de boşluğu avuçlarsın hep; düşünü düş yapan boşluğu...
- "İnsana kendi yaşamı bile büyük geliyor kimi zaman; ne yapsa, kimi sevse, kimlerce sevilse, hangi işlerle uğraşsa ve nerelerde gezip dolaşsa, bir türlü dolduramıyor. Her şeye karşın, ele geçirilemeyen derin boşluklar kalıyor önümüzde arkamızda. "
- "... insan, ne denli çaba gösterirse göstersin ve kaçınılmazlığına ne denli inanırsa inansın, ayrılığa hiçbir zaman hazırlanamıyor çünkü. hazırım, dediği anda bile içinde ele geçiremediği bir nokta kalıyor sürekli; ayrılığa alıştıramayacağı, sızlanışlarını durduramayacağı bir nokta... belki de, yalnızca bu noktanın ele geçirilemeyişi yüzünden, birçok terk ediliş anında gerekli gereksiz bir yığın şey konuşuyor insanlar; içlerindeki o noktayı örtebilmek için gülünç tartışmaların tozuna dumanına boğuluyorlar, geçmişe ve geleceğe acımasızca saldırıp kendi yarattıkları harabelerin ortasında yuvarlanıyorlar. o nokta yüzünden hüngür hüngür ağlayanlar da var belki, köpek gibi yalvaranlar, kendilerini içkiye, kumara vuranlar, dövüşenler, sızanlar, yaralananlar, hatta kendilerini kendilerine vuranlar da var."
- "Gelecek, geçmişin bok yemesinden başka bir şey değildir zaten biliyorsunuz; ne yaparsak yapalım, bir mucize olmadığı sürece bu gerçeği asla değiştiremeyiz" ( syf. 39)
- " İnsanı hep hafiflettiği söylenir ama bence sevinmek ve neşelenmek de yorucu bir şey Ziya Bey; bir nebze hafiflik hissediliyorsa bu ilk ağızda hissediliyor sadece. Üstelik, biliyorsunuz, neşe gelip insanın içine yerleşince onun saçtığı parıltılar aklın gözünü kör ediyor. Benimkini de kör etmişti işte, o günlerde hiçbir şey düşünmeden, adeta doygunluk hissinden ibaretmişim gibi öylece oturup duruyordum balkonda." (Syf. 42)
- " Ölülerin arkasından konuşulmaz biliyorsun, çünkü bir ölünün sessizliği, yeryüzünde yapılan konuşmaların topundan daha fazla ve daha derin bir şeydir. Ayrıca, ölüden hüküm kalkar,malum. Bu sebeple, rahat bırakalım adamları; onlar günahlarıyla, sevaplarıyla toprağın altındalar şimdi..." (Syf. 78)
- "uykusu delinmiştir diye lafa karıştı babası da; biliyorsunuz, uyku yekpare bir şey değildir. karmaşık safhaları, inişleri çıkışları, iç içe geçmiş dönemeçleri, dehlizleri, kuytuları ve çeşitli basamakları vardır onun. kimi zaman dünyanın dışına taşacak kadar kalınlaşır mesela, kimi zaman da tutar, tıpkı bir tülbent gibi incelir. inceldiğinde, çeşitli sebeplerle delindiği de olur uykunun. ne bileyim, bazen zihnimizdeki sivri uçlu bir hatıra deler onu; bazen henüz hazmedemediğimiz bir sözün acısı, bazen kolu bacağı aklımızın dışında kalan bir düşünce yahut bir duygu, bazen de etrafımızda olup biten, bizim fark edemediğimiz meçhul bir şey deler. işte o vakit delinen yerden içerisi görünmez ama dışarısı görünür. hakikat oradan gerçekte olduğu gibi görünmez tabii; uykunun sisi yüzünden, kendisinin biraz berisinde yahut gerisinde görünür." (Syf. 82-83)
- " Bilirsin zihnimizde karanlık bir ezber odası vardır ve şartlar oluştuğunda orada uyuyan ezberler dilimizden yahut hareketlerimizden dökülür de biz hiç hissetmeyiz onların böyle dökülüverdiğini..." (Syf.113)
- "...kulağınıza küpe olsun, kuralsızlığı örtmek için kurallardan daha kalın bir örtü bulamazsınız, hayatınız boyunca işte şimdi yaptığınız gibi yapacaksınız, yoksa toplum denen çok kıçlı ve çok başlı gardiyan canınızı fena yakar,...." (Syf. 161)
- "Gerçek fazlasıyla hissedildiğinde insana her vakit gerçek değilmiş gibi gelir" (Syf. 237)