Rilke'nin dile getirilen, açık edilen duyulara karşı büyük çekingenliği vardı. Kendi kişiliğini ve kişiliğine ait olanlarını olabildiğince saklamayı severdi ve yaşamım boyunca rastladığım yığınla insanı gözümün önüne getirdiğimde, dış görünüşüyle dikkat çekmemeyi Rilke kadar başarmış olan başka birini anımsamıyorum. Dünyanın izdihamından korunmak için kendilerine bir maske takan başka şairler var, kendini beğenmişlik, sertlik maskesi takanlar. Çalışmaları adına bütünüyle yapıtlarına sığınan, kendilerini kapatan ve ulaşılmaz olan şairler var; Rilke'de bunların hiçbiri yoktu. Birçok insan gördü, tüm kentlere yolculuklar yaptı, ama onu koruyan bütünüyle dikkat çekmez oluşuydu; çevresinde dokunulmazlık aurası yaratan, anlatılması güç bir sessizlik ve sakinlik. Bir trende, bir lokantada, bir konserde asla dikkat çekmezdi. Çok yalın, ama çok temiz ve zevkli giyinirdi, şairliğin altını çizecek olan her türlü sıfattan kaçınırdı, diğer insanların içinde herhangi biri gibi, özel kalma konusundaki boyun eğmez iradesiyle, resimlerinin dergilerde yayınlanmasını yasaklamıştı, çünkü kendisi gözlemlenmek yerine gözlemleyebilmek istiyordu. Münih ya da Viyana'da bir ya da iki düzine insandan oluşan herhangi bir topluluğu sohbet ederken düşünün. Zarif, çok genç görünüşlü bir adam içeriye giriyor, onun içeriye girişini bile fark edememeleri karakteristiktir. Son derece sessiz, yavaş, küçük adımlarla orada bitiverirdi, belki birinin ya da bir diğerinin elini sıkmıştır, şimdi orada, gözlerinin göstermemek için hafifçe eğik başıyla oturmaktadır, onu tek ele veren o harikulade aydınlık ve canlı gözleriyle. Sessizce oturur, ellerinin dizlerinin üzerine kenetlemiştir ve dinler... ama şunu söylememe de izin verin, onun kadar katılımcı bir dinleme tarzına rastlamadım. Kusursuz bir kulak kesilmeydi ve sonra kendisi konuştuğunda, yumuşak olurdu bu konuşma, öyleki sesinin ne kadar güzel ve kalın tonda, hemen hemen hissedilmezdi. Asla hararetli olmazdı, asla bir başkasının aklını çelmeye, inandırmaya çalışmazdı ve dinleyenlerin çoğaldığını, dikkatlerin odağında olduğunu hissettiği anda hemen kabuğuna çekilirdi. İnsanın ömrü boyunca anımsadığı asıl konuşmalar ancak onunla yalnızken ve daha çok karanlığın onu biraz örttüğü akşam vakitlerinde ya da yabancı bir kentin sokaklarında yapılırdı. Rilke'nin bu çekingenliği hiçbir biçimde kendini beğenmişlik ve hiçbir biçimde korku değildi, onu nevrozlu, bükülmüş bir insan olarak düşünmekten daha büyük bir yanlışlık olamaz. Müthiş biçimde rahat olabilirdi, doğal insanlarla en doğal biçimde konuşur, hatta neşelenirdi. Bir tek, yüksek seli olana kaba olana dayanamazdı. Yüksek sesle konuşan bir insan onun için kişisel bir azaptı, hayranların her türlü bezdiriciliği ya da sırnaşıklığı onun aydınlık yüzüne korkulu, ürkmüş bir ifade verirdi ve onun en bezdiricileri çekingen, en yüksek seslileri sessiz, en kendinden emin olanları alçakgönüllü yapan sessiz tarzının şiddetini görmek olağan üstüydü. Onun olduğu yerde temizlenmiş bir atmosfer oluşurdu hemen. Sanırım onun bulunduğu bir yerde kimse ayıp ya da kaba bir söz söylemeye cesaret edemezdi, kimsenin edebiyat dedikodusu ya da kindarlık yapma cesareti olmazdı. Hareketli suda bir damla yığın etrafında bir sükunet çemberi oluşturduğu gibi, her çevreye saf bir şey sunardı. Çevresindeki her şeyi uyumluluğa dönüştürmek, kaba olanı bastırmak, çirkin olanı ahenk içinde çözme gücü onda şaşırtıcıydı. Tıpkı çevresinde olmayı sürdüren insanlarda olduğu gibi her mekana, oturduğu her eve de bu yanıyla damgasını vurmasını bilirdi. Çoğu zaman berbat evlerde oturdu, çünkü yoksuldu, çoğu zaman bunlar kiralık odalardı, bir ya da iki oda, önemsiz ve banal mobilyaları vardı. Ama tıpkı Angelico'nun hücresini en bayağı tatsızlıktan güzelliğe dönüştürmesinin bilmesi gibi. o da çevresini hemen kişiselleştirmeyi bilirdi. Bunlar hep küçük değişimlerdi, çünkü kendisi lüksü sevmezdi; bir vazo içinde bir çiçek, bir kaç şiline alınan duvardaki bir iki röprodüksiyon. 34-35-36
Diğer Stefan Zweig Sözleri ve Alıntıları
- Siyah olan ben, beyaz olan ben'in yapacağı her hamleyi heyecanla bekliyordu...
- Kendime karşı oynamaya kalkıştığım andan itibaren, bilinçsizce meydan okumaya başlıyordum. Siyah ve beyazdan oluşan her iki ben de yarışa girişmeden edemiyordu ve her ikisi de yenmek, kazanmak için kendine göre bir hırsa,bir sabırsızlığa kapılıyordu;siyah olan ben,beyaz olan ben'in yapacağı her hamleyi heyecanla bekliyordu.Bir tanesi bir yanlış yapınca ,öteki ben sevinçten havalara uçuyor ve aynı anda da kendi beceriksizliğine kızıyordu.
- Victor Hugo ölüm döşeğindeki Balzac'ı ziyaretini anılarında anlatır:
Zili çaldım. Bulutların arasında ay parlıyordu. Sokak terk edilmişti. Kimse çıkmadı, ikinci kez çaldım zili. Kapı açıldı. Elinde mumla bir hizmetçi kız çıktı. "Beyefendi ne emrederler?" Ağlıyordu. Adımı söyledim. Düz zemin üzerinde duran ve şöminenin karşısındaki konsolun üzerinde Balzac'ın David D'Anger yapımı kocaman mermer büstünün bulunduğu salona alındım. Salonun ortasında, altı tane altın kaplama, zarif heykel ayaklar üzerinde duran zengin masanın üzerinde bir ışık yanıyordu. Başka bir kadın geldi, aynı şekilde gözyaşları içindeydi ve şöyle söyledi: "Ölüyor. Madame odasına çekildi. Doktorlar dün umutlarını kestiler. Sol bacağında bir yarası var ve kangrene dönüşmüş durumda. Doktorlar ne yapacaklarını bilemiyorlar. Ödem sonucu vücudunda yağ toplanmaya başlandığını söylüyorlar. Et ve derisindeki yağ tabakası o kadar sertleşmiş ki, delip sıvıyı akıtmak mümkün değilmiş. Bir ay önce beyefendi bir mobilyanın köşesine çarparak kendisini yaralamıştı...Sabah saat dokuzdan beri konuşmuyor artık... Yataktan dayanılmaz bir koku geliyordu. Yorganları kaldırdım ve Balzac'ın elini tuttum. Eli ter içindeydi, sıktım. Elini sıkışıma karşılık veremedi...Hastabakıcı bana, "Gün doğarken ölecek," dedi. Merdivenlerden aşağı indim ve bu canlı yüzün resmini zihnime kazıyarak yanımda götürdüm. Salona girdiğimde yine büstle karşılaştım, hareketsiz, hissiz, yüce ve belirsiz bir ışıltı yayan büst ve ölüm ile ölümsüzlük arasında bir karşılaştırma yapmaktan kendimi alamadım. - Fakat gözlerini hırs bürümüş bu insanların bütün kentlerden, bütün köy ve kasabalardan akıp gelmeleri ne kadar da hüzün vericidir. Yalnızca asalet armalarını altınla daha iyi yaldızlamak isteyen gerçek soylular, gözü pek serüven düşkünleri ya da yiğit askerler değil, İspanya'nın tüm pisliği ve çamuru da Palos'a ve Cadiz'e akın ediyor, altın ülkesinde daha karlı bir iş edinme hevesine düşmüş bütün damgalı hırsızlar, yol kesen eşkıyalar, çapulcular, borçlular, yaşamlarını çekilmez kılan karılarından kaçıp kurtulmak isteyen kocalar, umutsuzlar ve işlerinde başarısızlığa uğrayanlar, kısacası İspanyol adliyesinin aradığı ne kadar çapulcu ya da hırsız varsa, tümü de Eldorado'ya gidecek olan filoya başvuruyor. Bir hamlede zengin olmak için her zorbalığı yapmaya ve her cinayeti işlemeye karar vermiş çapulcu ve sokak serserilerinden oluşan çılgın bir tutku seli.
- ''Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz"
- Ama unuttukları bir şey vardı. Mehmet de bir hülya adamıdır, hem de düşlerini gerçekleştrimede eşine az rastlanan bir hülya adamıdır. Bu dört kalyon, Haliç Limanı'nda, kendilerini güven içinde sandıkalrı bir sırada o, hayal zenginliği bakımından akıllara durgunluk veren bir plan üzerinde çalışıyordu, savaş tarihinde örneğini Anibal ve Napoleon'un kişiliğinde görebildiğimiz atak bir plan. Bizans, Sultan'ın önünde duran som altından bir meyveydi ve o, bunu ele geçiremiyordu.....(...) ... Mehmet, savaş tarihinde benzerine rastlayamadığımız bir plan yaparak, dış denize eli kolu bağlı, öylece bekleyen donanmsını karadan yürütüp iç denize, Haliç Limanı'na taşımaya karar veriyor. Yüzlerce gemiyi dağlık bir araziden geçirmeyi amaç edinen, insanın aklına durgunluk veren bu çılgınca düşünce...
- Artık yanına kimse yaklaşmayı göze alamaz olmuştu; Handel tam üç hafta boyunca odasından dışarı çıkmadı. Yemeği önüne konulduğu zaman sol eliyle acele acele ekmeği ufalarken sağ eliyle yazmayı sürdürüyordu.
- Yazgı hep güçlülerden ve zorbalardan yanadır. Tek bir kişiye yıllar boyu kul köle olur. Sezar, Büyük İskender ve Napoleon'lara olduğu gibi; çünkü o, kendisine benzeyen, kendisi gibi ele avuca sığmaz insanları sever.
- İnsan yaşamına çok ender olarak inen o bir tek saniyelik büyük an, kendisinden yararlanmasını bilmeyenlerden işte böylesine müthiş öç alır. Basiret, buyruğa boyun eğme, çaba, akıl ve sağduyu gibi bütün insanlık erdemleri, yazgıyı belirleyen o büyük anın tutuşturduğu ateş içinde eriyip işte böyle yok olur. O büyük an, korkakları horlayarak geri iter ve yeryüzünün bir başka tanrıları olan yüreklileri ise, ateşli kolları arasına alıp gökyüzüne, yiğitlerin yanına götürür.
- Goethe bir konuşmasında şiirleri için "duygularımın anı defteri" demişti ve anı defterinin hiçbir sayfası, onun bu içten duygularını, bu hüzünlü belgeler kadar açık bir biçimde önümüze sermemiştir.