O zamanlar dünya gerçekten de bir öküzün boynuzlarında durmaktaymış ve Karanfil Kız'ın bu aşırı gelişmiş iribaşa söyleyecek bir çift sözü varmış.
Ama dur bak, en iyisi baştan başlayayım. Şimdi bu Karanfil Kız babasını fazla görememekten şikayetçiymiş. Çünkü adamcağız haftanın her günü, hatta bazen hafta sonları bile geç saatlere kadar çalışır, eve yorgun argın dönermiş. Bir akşam adam gelip de kızına, Haydi seninle sinemaya gidelim. Baba kız, sadece ikimiz, deyince sevinçten havalara uçmuş Karanfil Kız.
Ne ki, işte adam eve geç vakit gelebiliyor ya, ancak gece matinesine gidebilmişler. Sinema salonu da pek karanlıkmış, daha film başlamadan bir uyku basmış Karanfil Kız'ı. Usulca babasının kucağına tırmanmış, kafasını da boynuna gömmüş. Oh pek sıcak, pek rahatmış babasının kucağı da, bu şekilde filmi nasıl seyredecek? Mesele değil demiş babası. Arka tarafta yüksekte bir ışık var, görüyor musun? İşte o ışık, makinistin odasındaki projeksiyon makinesinden geliyor. Perdeye vuran görüntü ilk önce o odanın camına yansır. Ha biraz küçüktür ama istersen, keyfini bozmadan filmi oradan da takip edebilirsin. Karanfil Kız gözlerini dikkatle o ışığa dikmiş, bir süre sonra bir bakmış, aa hakikaten de o küçücük camda rengarenk, sihirli görüntüler uçuşuyor. Ancak hala küçük bir sorun varmış. Film yabancı bir dildeymiş. Karanfil Kız bütün çocuklar gibi kedilerin, köpeklerin, aslanların, kaplanların, fillerin, öküzlerin ve hatta çiçek ve ağaçların dilini konuşabiliyor ancak filmde konuşulan bu dili bilmiyormuş. O da mesele değil demiş o gün her zamankinden pratik zekalı görünen babası. Sen filmi izle, konuşulanları ben sana çeviririm. Sonra kızına iyice sarılmış ve başlamış anlatmaya: Bütün çocuklar büyür; biri hariç...
Olmayan ülke'de yaşayan ve büyümeyi reddeden bir haytayı konu alıyormuş film. Bu çocuk bir gün kaybettiği gölgesinin peşinde koşarken yaşıtı bir kızla tanışmış, sonrasında da birlikte maceradan maceraya koşmaya başlamışlar. Korsanlar, denizkızları, kızılderililer, bir peri ve kocaman bir timsah... On numara bir hikayeymiş yani. Ama işte neticede Karanfil Kız dediğin el kadar çocuk; vakit geçtikçe göz kapakları ağırlaşmaya başlamış. Bir noktada artık dayanamamış ve kendini, dağılan görüntülerin arasında beliren ve giderek büyüyen sarı ışığın kollarına bırakmış.
Karanfil Kız huzur dolu uykusundan uyandığında başucunda annesini, kardeşini, dayısını, teyzesini, amcasını, halasını, anneannesini, babaannesini, haminnesini, süt annesini ve sivri zekalı kuzenini görmüş. Babası hariç herkesi... Babam nerede? diye sorduğunda, ona adamın ortadan kaybolduğunu söylemişler. Olacak iş mi, koskoca adam buharlaşıp uçmuş mu yani? Ne ki hiç kimsenin adamın akıbetinden haberi yok gibiymiş. Çok üzülmüş, ağlamış küçük kız. Babasının niye öyle birdenbire ortadan kaybolup gittiğini anlayamıyormuş. Ama ümidini de kaybetmemiş. Her an, bir yerlerden çıkacak, kendisini kucaklayıverecek diye bekliyormuş. Kendince küçük oyunlar bile geliştirmiş bu konuda. Mesela istop mu oynanıyor, topu vargücüyle havaya fırlatırken, baba diye bağırıyor, yere indiğinde bir mucize eseri topu babasının ellerinde göreceğini kuruyormuş. Ya da saklambaç oynarken, herkesi tek tek bulup sobeledikten sonra bıkıp usanmadan en olmadık kıyıları, köşeleri aramaya devam ediyor, arkadaşları bu durumdan sıkılıp eve dönünce de, Ortaya çık babaaa, kurtsun! diye bağırıyormuş. Ama babasından ne bir ses geliyormuş, ne bir nefes.
Söylemiş miydim, bu Karanfil Kız'ın sivri zekalı bir kuzeni varmış. Bu oğlan kızın durumuna çok üzülmekteymiş çünkü içten içe ona aşıkmış. Bir gün dayanamayıp Karanfil Kız'a, Ben demiş, Babana ne olduğunu biliyorum. gözleri büyümüş Karanfil Kız'ın. Yapışmış yakasına kuzeninin, Söyle, demiş, Nerede babam? Babanı öküz yuttu. diye cevap vermiş oğlan. Karanfil Kız şüpheyle bakmış ona. Hangi öküz? Hangisi olacak? Tabii ki boynuzlarında dünyayı taşıyan, demiş sivri zekalı kuzen. Ayrıca onu nasıl bulabileceğini de biliyorum. diye eklemiş sonra da. Böylece kızı elinden tutup bir ormana götürmüş. Kocaman ağaçlar ve yabani otlarla çevrili patikalarda yürümüş yürümüşler ve nihayet küçük bir derenin başına varmışlar. Otur şuraya, demiş oğlan. Öküz burada mı? diye sormuş Karanfil Kız çimenlerin üstüne çökerek. Oğlan yerden bir şey kopartıp yanına gelmiş, elindekini kıza uzatmış. Burada. Bu bir mantar, demiş Karanfil Kız. Öküz değil. Öküz mantarın içinde, diye cevaplamış oğlan. Bu hayatımda duyduğum en saçma şey, demiş kız küçümseyici bir tavırla. Ne yani, diye çıkışmış kuzen, Öküzün dünyayı taşıdığına inanıyorsun da bir mantarın içinde olduğuna mı inanmıyorsun? Amma da aptalmışsın! Oğlanlar sevdikleri kızlara böyle söylerler ki gerçek duyguları anlaşılmasın. Her neyse, onun bu sözleri Karanfil Kız'ı ne kadar etkilemiş bilinmez; ama başka çaresi olmadığından mantarı dişlemiş ve başlamış beklemeye.
Ağaç dallarının rüzgarda sağa sola sallanışına, kuşların uçuşuna, derenin akışına bakmış uzun uzun. Derken ağaçlardan birinin haddinden fazla düz olduğunu, bir kuşun havada tuhaf bir kavis çizdiğini ve derenin az öncekinin tersi yönünde aktığını fark etmiş. Ayağa kalkıp suyun akış yönünde, derenin kenarında ilerlemeye başlamış. Bir ara arkasını dönünce, kuzeninin gülümseyerek kendine el salladığını görmüş, o da aynı şekilde karşılık verip yoluna devam etmiş. Dere bir noktada, küçük bir şelaleye dönüşüp tepe aşağı dökülmekteymiş. Karanfil Kız büyük bir dikkatle suyun büküldüğü noktaya yaklaşmış ve derin bir nefes alıp kafasını aşağı uzatmış.
Öküzü işte o anda görmüş. koca boynuzlarının üzerine yerleştirdiği yerküreyle arasında sadece birkaç metrelik mesafe varmış. Dilini çıkartmış, güç bela boynuzlarından sızan şelale suyunu içmeye çalışmaktaymış. Hey sen, bana bak çabuk! diye bağırmış Karanfil Kız. Sevimsiz bir homurtuyla karşılık vermiş ona öküz. Sen de kimsin? Bu ne yaygara! Demek dünyayı tutan öküz sensin demiş kız. Teknik olarak o da beni tutuyor tabii, diye cevaplamış öküz. Çok enteresan. demiş küçük kız. Ama niyetim felsefe tartışmak değil. Buraya babama ne olduğunu öğrenmeye geldim. Öküz kıçına konan sinekleri kovmak için kuyruğunu sallamakla yetinmiş. Duydun mu beni sen! diye çıkışmış kız. Duydum da, demiş öküz. Şu dünyayı birkaç dakikalığına tutarsan ben de şu şelalenin suyundan kana kana içebilirim. Nasıl olacak o iş? diye sormuş Karanfil kız. Koca dünyayı ben nasıl taşıyacağım? Öküz bu soruyu bekliyor gibiymiş zaten. Amuda kalkmayı biliyorsun, değil mi? Çocuk oyuncağı, diyerek ellerinin üstünde havaya dikilmiş Karanfil Kız. Ama akıllım, 'teknik olarak' ben dünyayı değil dünya beni taşıyor şu anda. Çünkü yerçekimi kanunu diye bir şey var... Sen orasını merak etme, demiş öküz saklayamadığı bir heyecanla. Sana biraz alışsın hele. Şimdi anlat bakalım hikayeni.
Böylece Karanfil Kız amuda kalkmış bir halde, babasıyla sinemaya gittiği gece olanları anlatmış öküze. Hikayesini bitirdikten sonra, Eee, demiş. Şimdi söyle bakalım, ne oldu babama? derin bir soluk almış öküz. Şu kıçıma konan sinekleri görüyor musun? Ne alakası var şimdi ya! demiş sinirle Karanfil Kız. O sinekler beni çok kaşındırır, diye devam etmiş öküz. Bazen kuyruğumu sallamak yetmez, ellerim de yok ki şöyle hatır hatır kaşınayım, ister istemez olduğum yerde kıpraşırım. Böyle durumlarda dünyada sarsıntılar meydana gelir... Lütfen bir an önce ne söyleyeceksen söyler misin? diye araya girmiş Karanfil Kız. Böyle durmak giderek zorlaşıyor. Hem sen su içmeyecek miydin? Dünyayı hemen bırakmak istemiyorum, demiş öküz Sana biraz alışsın hele. Karanfil Kız kaşlarını çatmış. Aklından şüphem var öküz; ama bitir bakalım hikayeni. Evet, demiş öküz. Dediğim gibi ben kıpırdayınca yeryüzünde bazı değişiklikler olur. Toprak çatlar, kayalar devrilir ve bazen de insanların yaptığı binalar çöker. Deprem dediğimiz olay; biliyorum, diye araya girmiş Karanfil Kız sabırsızca. Başıyla onaylamış öküz. Bu çöken binaların altında kalanlar için durum hiç de iyi olmaz. Ölenler ölür, yaralananlar bazen günlerce yardım gelmesini beklerler. Böyle durumlarda büyükler, çocukları korkudan dehşete düşmesin diye ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Göçük altında kalmış bir baba örneğin, kızından bulundukları karanlık salonun bir sinema olduğunu hayal etmesini ister. Onlarca metre uzaklıktaki ufacık bir çatlaktan sızan ışığın aslında bir projeksiyon makinesinden geldiğini, şimdi dikkatle o ışığa bakıp, anlatacağı hikayeyi bir film gibi gözünün önünde canlandırmasını söyler. Küçük kız arada düşleriyle karışan bu filmi izlerken dışarıdakiler yavaş yavaş da olsa onlara yaklaşmaktadır; böylece çatlaktan sızan o ışık giderek genişler ve parlaklaşır. Nihayet biri uzanıp kızı, babasının kaskatı kollarından çekip alır. Hafıza acı anıları siler, geriye hiç büyümeyen bir çocuğun hikayesi kalır.
Karanfil Kız ve öküz bir süre hiç konuşmadan durmuşlar. Nihayet öküz, Hazır mısın? diye sormuş. Kız evet anlamında başını sallayınca çevik bir hareketle kendini şelalenin buz gibi sularının altına atmış. Susuzluğunu giderdikten sonra yeniden kıza dönmüş. Pekala, demiş. Sanırım ikimiz de istediğimizi aldık. Dilersen dünyayı tekrar boynuzlarımın üstüne bırakabilirsin. Karanfil Kız yanaklarından yaşlar süzülürken gülümsemiş. Sen gerçekten çok kurnaz bir hayvansın, demiş. Biliyorsun ki, artık bunu yapamam.
İşte o günden beri öküz çayırlarda hoplar zıplar ve inekleri kovalarken dünya da küçük bir kızın omuzları üzerinde dönermiş...
Diğer Alper Canıgüz Sözleri ve Alıntıları
- İkimiz zorlukla sığıştık küçücük paspasın üstüne. Kıçlarımız birbirine değiyordu. Bunu pek heyecan verici bulamıyordum nedense. Tersine canım sıkılmıştı. Alev Abla'nın da bir kıçı olduğunu fark etmek hayal kırıklığına mı uğratmıştı beni acaba?
- "Artık klinik psikoloji ve psikiyatriyi sorgulamak entelektüel kabul edilmenin baş koşulu haline gelmişti. Son on yıldır bütün zevzek öğrencileri yepyeni bir şey keşfetmiş gibi heyecanla aynı sözleri tekrarlayıp duruyordu: "Bir insan kendini Napolyon sanıp bundan da mutluluk duyabiliyorsa, onu sözde tedavi edip mutsuz kılmak doğru mu?" "Sırf çoğunluğun normallik anlayışına ters düşüyor diye birine deli yaftası yapıştırıp onu bir tımarhaneye kilitlemek insanlık dışı değil mi?" "Neden insanları değiştirmektense, insanlara dünyayı değiştirecek gücü vermeyi denemiyorsunuz?" "Ya deliler haklıysa!" "Delilere özgürlük!" Ve en sinir bozucusu da, "Bana normalin tanımını yapabilir misiniz?" sorusuydu elbette. Daha da ileri gidip kendisini şizofren ilan eden sanatçı bozuntuları bile vardı. Tüm ruh hastaları Dostoyevski, Lincoln, Van Gogh ya da Mayakovski ve tüm ruh hekimleri de bu kokuşmuş toplum düzenini korumak için onları kilit altında tutmaya çalışan gaddar gardiyanlardı. Acaba bunları iddia edenlerden kaçı durmadan bokunu yiyerek kendini zehirleyen bir hebefrenikle ya da bir hafta boyunca parmağını bile kıpırdatamayacak şekilde kasılıp kalmış acılar içinde kıvranan bir katatonikle ya da yukarıdan aldığı gizli bir görev nedeniyle kırmızı giyen herkesin gırtlağını kesen bir paranoid şizofrenle tanışmıştı? Hiç bilmedikleri konular ve anlamadıkları insanlar üzerine atıp tutanlar asıl bu aptallardı."
- ***
Bazen de saygıdeğer abilerim ablalarım, dünyası yerle bir olur insanın. Hayat, fazla kafa yormadan idare etmeyi sağlayan bütün anlamlarını yitiriverir. En akıllıca saydığınız fikirlerinizin saçmalığını, en içten duygularınızın yapmacıklığını kavrarsınız. Aslında hiçbir konuda bir fikriniz bulunmadığını, aslında hiç kimseye karşı bir şey hissetmediğinizi ve tüm evrenin de size karşı aynı gaddarca kayıtsızlık içinde olduğunu. Hep gözünüzün önünde durduğu halde o güne dek nasılsa yok saymayı başardığınız bu gerçeği fark ettiğiniz anda ilahi işleyişi de çözmek üzeresiniz demektir.
Tanrı, içindeki tahammülfersa boşluğu doldurmak için evreni yaratır. Evrenin içine gezegenleri, gezegenlerin içine dünyayı, dünyanın içine hayatı, hayatın içine insanı yerleştirir. Ve onun içine koyacak bir şey bulamaz. İşte insan denen tuhaf hayvanın, varlıkların en yücesi ve anlamsızı kılınışının hikayesi. Evrenin orasını burasını felsefeyle, sanatla, aşkla, hatta ironik bir biçimde Tanrı'yla bezerken, ortak anlamsızların en küçüğünün elbette bir gerçeği unutması gerekmektedir: Hakikatte bütün kitaplar sayfaları doldurmak için yazılır.
Sevdiğiniz birinin ölümü, örneğin, yüzleşmenizi sağlayabilir kendinize söylediğiniz yalanlarla. Ya da ananızdan yediğiniz okkalı bir dayak. Üstelik siz, ananızın canına okumak için haklı duygusal gerekçeleri bulunduğuna inanmaya hazırlanırken, içinizi parçalayan onun gözü dönmüşlüğü değil, beyninizi zedelememek için sopayı sadece kollarınıza ve bacaklarınıza indirecek kadar düşünceli davranması olabilir. Nihayet onun elinden kurtulup kendinizi odanıza attığınızda pencereden giren akşam güneşinin ışığında neşeyle dans eden tozlar dört bir yana dağılır. Onların huzurunu kaçırmak sizi öyle üzer ki, içiniz feci dışlanmışlık duygusuyla dolar. Birden gözlerinize yaşlar hücum eder. Bu küçük sevimli yaratıkların sizden korkmasını hazmedemezsiniz. İki saatlik dayak seansına gık demeden katlanan siz, yere kapanıp zırıl zırıl ağlamaya başlarsınız. Sonra bir toz tanesi gelip parmağınızın üzerine konuverir. Usulca oynatırsınız parmağınızı. Hâlâ oradadır. Derken diğerleri ona katılırlar. Yerde yatarken üzerinize toz tanecikleri yağar. Sırt çevirdiğiniz hayat o noktada sizi kucaklarken hıçkırıklarınız fraktal bir dans müziğine dönüşür.
Bir gün toz tanecikleri sizi bağrına basarsa, bilin ki ya nirvanaya ulaştınız ya da çıldırdınız. Hangisi olduğuna kendiniz karar vereceksiniz.
OÄžULLAR VE RENCÄ°DE RUHLAR
ALPER CANIGÃœZ
Bölüm 7 ''Öcülerin Öcü''
Sayfa 108-109 - Okulda insanın asıl öğrenmesi istenen, anlatılan dersler değil ders anlatılırken susması gerektiğidir.
- En güzel söz, tam zamanda söylenmeyen değil midir?"
- " Mevsimlerden yazdı ve tercüme-i halime ne söylesem azdı. Biliyorum gidecekti. Kim bilir, belki bir bekleyeni vardı? Lakin gözlerinden anlıyordum o da benim gibi yalnızdı. Dışarıdan bakınca halleri pervasız, ruhu uçarıydı. Sevdiyse de çok, korkarım bana pek inanmazdı. İşte bu konuda çok haksızdı. Varsın olsun; başka kim gözlerinde umudu ve acıyı aynı anda böyle güzel taşırdı? Tanrı'nın kaderime yazdığı işte bu kızdı.
- "Müziği hissetmelisin," dedi ritme uygun biçimde koluyla havada kocaman bir sekiz işareti çizerek. "O haykırarak acıyı dile getiriyor."
"Gerçek acı sessizdir," dedim. "Bir huzur evi gibi." - İki insanı, bir üçüncüyü ezmek kadar birbirine yaklaştıran bir şey var mıdır şu dünyada?
- Bu ve benzeri konularda düşünmek için derhal biramı yenilemem gerekiyordu.
- Sonra o ilk meş'um soruyla kopuş başlar: Anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı? Bu masumane görünen soru, içinde korkunç bir gizli argüman barındırmaktadır: Bu da sevginin ölçülebilir bir şey olduğu iddiasıdır. Biliyor musunuz, çocuk o güne kadar bunu hiç düşünmemiştir bile. O hayatı ve hayatın bir parçası olarak kendisini ve diğerlerini doğallıkla sevmektedir. Ne ki, birden tartmaya başlar... Annemi mi daha çok seviyorum babamı mı?