Brundisium'un dar ve bir akarsu ağzını andıran girişe varıldığında, akşamın ilk alacası da saydam bir yansımayla gökyüzüne yayılmış, yeryüzünü sevecenlikle kucaklamıştı.
6
Diğer Hermann Broch Sözleri ve Alıntıları
- Bir Çevirinin Hikâyesi
Yirminci yüzyıl dünya edebiyatının en büyük yazarlarından Avusturyalı Hermann Broch'un (1 Kasım 1886 Viyana-30 Mayıs 1951 New Haven/Connecticut/ABD) başeseri sayılan "Vergilius'un Ölümü''nün ("Der Tod des Vergil") çevirisine, 1972 yılının sonbahar aylarında başlamışım. Yakın zamanlara kadar bu tarihi çok kesin bilmiyordum. Bu yıl, geçtiğimiz Ağustos ayının son günlerinde, yani çeviriyi hiç istemeden de olsa bitirmek üzereyken, üstüne "Hermann Broch" diye elyazısı not düştüğüm kalın bir dosyada (aynı dosyada bir zamanlar elyazısıyla çevirdiğim bölümleri de saklamışım) bulduğum küçük bir not sayesinde, romanı çevirmeye yukarıda belirttiğim tarihte başlamış olduğumu anladım. - Bir Çevirinin Hikâyesi : Bu hesaba göre "Vergilius'un Ölümü", yetmiş yılı dolduran hayatımın yaklaşık kırk yılını kaplıyor. (KIRK YIL SÜREN BİR ÇEVİRİ)
- Broch, Joyce'tan bu yana Avrupa edebiyatının en büyük romancısıdır ve Vergilius'un Ölümü, Ulysses?ten günümüze kurgunun teknik olarak ne denli ilerlediğinin tek gerçek kanıtıdır... George Steiner
- Vergilius'un Ölümü?nde Broch, tıpkı Proust, Joyce ve Musil gibi, şiirden bilgilendirme amacıyla yararlanmak ve felsefeyi sanat boyutuna yükseltmek tutkusundadır. Bilgiye ulaşmak için çaba harcayan sanatçı; eylemci; öğretici; artık hiçbir görev yüklenemeyen bir çağın başlıca temsilcisi; Vergilius'un arkasında Hermann Broch vardır. Walter Jens
- Vergilius'un Ölümü, her şeyden önce batı edebiyatında ve roman düzleminde sanata yöneltilmiş en temel ve aynı zamanda da en acımasız sorgulamalardan biridir. Ahmet Cemal
- Vergilius'un Ölümü, şüphesiz Hermann Broch'un başyapıtıdır, ve şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, sadece Broch'un değil -evet!-aynı zamanda roman türünün ve batı sanatının da başyapıtıdır... Ve bir çeviri başyapıtıdır da. İyi okumalar... Ahmet Öz
- Hermann Broch, "Vergilius'un Ölümü" başlıklı romanı üzerine ilk çalışmalarına 1935 yılında başladı. Biraz yukarıda da belirtildiği gibi, İ. Ö. 70-19 yıllan arasında yaşamış olan Publius Vergilius Maro, Roma İmparatorluğu'nda Augustus döneminin en ünlü şairiydi. Başeseri sayılan ve Troya'nın düşüşünden sonra İtalya'ya dönen Aeneas'ın bu yolculuğunu konu alan Aeneis Destanı, daha şairin sağlığında büyük hayranlık uyandırmış, sonradan ortaçağda Avrupa edebiyatının en büyük şiir eseri sayılmaya başlanmıştır
- Hermann Broch'un Vergilius'a duyduğu ilgi, Romalı şairin yaşadığı dönemden kaynaklanır. Broch, romanın konusunu kendisi şöyle anlatır: "Kitap, ağır hasta olan Vergilius'un Brundisium limanına varışından ertesi günü öğlenden sonra Augustus'un sarayındaki ölümüne kadar geçen on sekiz saati anlatır. Üçüncü kişi anlatımının kullanılmasına rağmen gerçekte romanın tamamı, şair Vergilius'un iç monoloğundan oluşur. Bu nedenle kitap, her şeyden önce şairin kendi hayatıyla, bu hayatın ahlak açısından doğruluğuyla ve yanlışlığıyla, bu hayatın adanmış olduğu şiir sanatının yerindeliğiyle ve boşunalığıyla giriştiği bir hesaplaşmayı dile getirir."
- "Vergilius'un Ölümü", her şeyden önce batı edebiyatında ve roman düzleminde sanata yöneltilmiş en temel ve aynı zamanda da en acımasız sorgulamalardan biridir. Şair Vergilius, biraz yukarıdaki iç monologda hayatının son saatlerinde Roma'da iktidar sahipleri ve halkın bir kesimi tarafından daha kendisi hayatta iken onca yüceltilmiş şiirleriyle, gerçekte acılarla, kargaşayla ve adaletsizliklerle dolu bir dünyada aslında neyi değiştirebilmiş olduğunu sorgular. İç monoloğun akışı boyunca bu sorgulama, şiir sanatından yola çıkarak sanatın geneline yayılır ve "Sanat, neyi değiştirebilir?" sorusunda odaklaşır. Sorular daha romanın ilk bölümünde, imparatorluk filosunun İtalya'nın Brundisium (bugünkü Brindisi) limanına yanaşmasından ve hasta şairin bir tahtırevana yerleştirilerek kölelerin elleri üstünde imparatorluk sarayına doğru yola çıkarılmasından sonra birbirini izlemeye başlar. Yarı dalgın bakışlarıyla daha geminin güvertesinde uzanmış yatarken, bir yandan güvertedeki triklinium'larda deliler gibi yiyip içen saraylıların doymak bilmez açgözlülüğünü ibretle izleyen, öte yandan ise aynı güvertenin hemen altında, küreklerin başında forsaya çakılmış olan kölelerin iniltilerine, sırtlarına inen kırbaç seslerine ve bucurgatlardan yükselen seslere kulak veren Vergilius'un kafasında şekillenen soru, sanat açısından neredeyse ölümcüldür: "Ben, hep yüceltilmiş, övgülere boğulmuş dizelerimle bu dünya halinde bir değişiklik yaratabildim mi?"
- "Neden böyle olmuştu? Kimin için çalışmıştı Vergilius? Hangi insanlar için, hangi gelecek için? Artık her şeyin sonu gelip çatmamış mıydı? Yaratılmış olanın bunca unutulmaya layık oluşu, şimdi sonsuzluğu yutmak üzere ağzını açmak isteyen zaman uçurumunun bir kanıtı değil miydi? Sarayda ve sokaklarda sarhoş güruh kol gezmekteydi, şaraptı içtikleri henüz, ama yakında kan içeceklerdi, henüz meşalelerle ışık saçmaktaydılar, ama çok geçmeden başlarındaki çatılar yanacak ve alevler içinde kalacaktı, yanacaktı, yanacaktı, yanacaktı. Ve onlar gibi, kitaplar da dumanlar arasında kaybolup gidecekti. Hak edilmiş bir kaderdi. Hak edilmişti. Hastanın göğsü yanıyordu, ama şairin dudaklarında bir gülümseme vardı, çünkü yangın, Horatius'la Ovidius'un kitaplarını da esirgemeyecekti, ve söylemek gerekiyordu ki, bu da hak edilmiş bir kaderdi. Kimse kalıcı olmayacaktı. Peki ama, ya sonra? Yaşamaya devam etsinler diye insanları kurtarabilecek ne vardı? Yapılması gereken şey, insanlığın gençlik çağına, Vergilius'un kendisinin de içinden geldiği ve bütün bir ömür boyunca özlemini ümitsizce, hem de nasıl ümitsizce çekmiş olduğu çiftlik hayatının o sade ve huzurlu doğallığına geri dönmek değil miydi? Ne bilirdi Augustus bunu? O, imparatorluğu güvence altına almış, yapılar inşa etmiş ve onu, yani Vergilius'u da korumuştu, oysa yapmaması gerekirdi bütün bunları hâlâ hayatta olan o yorgun, yaşlı adamın; bugün henüz herhangi bir tehditle karşı karşıya değildi, belki de tehdit onun da kapısını çalana kadar, yakılırken Augustus'u ve bütün ihtişamını, ebedi sanat eserlerinin de hepsini gömecek olan sarayların kapılarını çalana kadar yaşamakla yükümlüydü. Gereksizdi o sanat eserleri, Augustus ile Maecenas'ın etraflarında topladıkları bütün o güzellikler gereksizdi ve yıkılıp gitmeye mahkûmdu. Sokaklarda Kurtarıcımız, Babamız diye bağırıyorlardı Augustus için ? bunun da kefaretini ödemek zorunda kalmayacak mıydı Vergilius? Uyumak mı? Kim istiyordu ki uykuyu Troya yanarken..?"