- ...bir annenin feryatları insanın yüreğini dağlıyor Emir can.Allah'tan bu sesi asla duymamanı dilerim.
- Onsuz geçirebileceğim onca zaman. O zaman nefes alamıyorum; sanki biri kalbimin üstünde tepiniyor. Elim ayağım tutmaz oluyor. Öyle bitap düşüyorum ki, bir yere yığılıp kalmak istiyorum.
- Çalmaktan daha kötü bir suç yoktur. Kendisine ait olmayan bir şeyi alan insan, bu ister bir can olsun isterse bir dilim ekmek, aşağılıktır.
- "İlkokul birinci sınıf kitabımı bile okuyamayan Hasan, beni rahat rahat okuyordu."
- ...bir insanın çekebileceği bütün çilelerin arasında,eli kolu bağlı,öylece beklemekten daha ağırı olmadığı sonucuna vardı.
- "Pusulanın hep kuzeyi gösteren ibresi gibi, bir erkeğin suçlayan parmağı da mutlaka bir kadını gösterir her zaman.Bunu hiç unutma Meryem."
- Bu kendin ne çatısını aydınlatan aylarını sayabilirsin, ne de duvarlarının gerisinde gizlenen bin muhteşem güneşi.
- "Ben Kabil'de, dördüncü sınıftayken, babam ev işlerine yardım etmesi için Ziba adında bir kadın tuttu. İran'da, Meşat'ta bir kız kardeşi vardı; Ziba okuma yazma bilmediği için arada bir, kız kardeşine mektup yazmamı isterdi. Kardeşinden gelen mektupları da bana okuturdu. Bir gün, okuma yazma öğrenmek ister misin, diye sordum. Göz kenarlarını kırıştıran o koca gülümsemesiyle bana baktı, çok isterim, dedi. Böylece çalışmaya başladık; ben ödevlerimi bitirince mutfak masasına oturur ona alfabeyi öğretirdim. Bazen, defterlerden başımı kaldırınca, Ziba'nın düdüklü tenceredeki eti kanştırdıktan sonra, elinde bir kurşun kalem, masanın başına geçtiğini, ona bir gün önce verdiğim ödevi yaptığını görürdüm." "Her neyse, bir yıla kalmadan, Ziba çocuk kitaplarını okumayı söktü. Bahçede otururduk, bana Dara ile Sara'nın masallarını okurdu - tane tane ama hatasızca. Bana Muallim Süreyya demeye başlamıştı - Süreyya Öğretmen." Hafifçe güldü. "Çocukça olduğunu biliyorum, ama Ziba'nın kendi mektubunu ilk yazdığı gün anladım: İstediğim tek şey öğretmen olmaktı. Onunla öyle gururlanıyordum ki; aynı zamanda da gerçekten değerli bir şey yaptığımı hissediyordum. Anlıyor musun?" "Evet," diye attım. Okuryazarlığımı Hasan'la alay etmek için kullanışımı düşündüm. Bilmediği bir sözcükle karşılaştığında, onu nasıl işlettiğimi.
- "Sana hiç yalan söyler miyim, Emir Ağa?"
Birden onunla azıcık oynamak istedim. "Bilmem. Söyler misin?"
"Onun yerine pislik yemeyi yeğlerim," dedi, gücenmiş bir ifadeyle.
"Gerçekten mi? Yapar mısın?"
Şaşırmıştı: " Neyi yapar mıyım?"
Gözleri yüzümü uzun uzun araştırdı. Orada, o vişne ağacının altında oturan ve ansızın birbirine bakmaya, gerçekten bakmaya başlayan iki çocuktuk.
"İstersen yerim," dedi sonunda doğruca gözlerime bakarak. Gözlerimi kaçırdım. Bugün bile, Hasan gibi söylediği her sözü inanarak, içtenlikle söyleyen insanların gözlerine bakmakta zorlanırım.
"Ama merak ettim," diye ekledi. "Benden böyle bir şey ister miydin, Emir Ağa?"
Zoraki gülümsedim. "Aptallaşma Hasan. Böyle bir şey yapmayacağımı bilirsin". Hasan da gülümsedi. Ama onunki zoraki değildi. "Bilirim," dedi. - "Bir daha bize yemeğe geldiğinde Davut Han'a ne diyeceğim, biliyor musun?" dedi Assef. "Onunla erkek erkeğe konuşacağım; iki mert gibi. Anneme söylediğimi ona da söyleyeceğim. Hitler hakkında. İşte, o gerçek bir liderdi. Büyük bir lider. Vizyonu olan bir adamdı. Davut Han'a, Hitler'in başladığı işi bitirmesine izin verselerdi, dünya şimdi çok daha güzel bir yer olurdu, diyeceğim."