- Sanıyorum ki, çok sıkı tuttukları için zaman, ıslak elden kayan yılan gibi akıp gidiyor ellerinden. Zamanında kendisine gelmesini beklemez. Kollarını açıp, yakalamak için peşinden koşar. Zamanın huzur içinde güneşin altına serilmesini kıskanır, ister ki hep yakınında olsun, şarkı söylesin, iki laf etsin. Oysa zaman sessiz ve uysaldır, huzur ister, güneşin altında döşeğine uzanıp yatmak ister. Papalagi zamanı tanıyamadı, anlayamadı. Bu yüzden, o kaba gelenekleriyle hor kullanıyor onu.
- Papalagi'nin, lagünün dibinde yatan taşlar kadar çok mesleği vardır. Yapılan her iş bir meslektir. Birinin ekmek ağacının solmuş yapraklarını toplaması bir meslektir. Birinin yemek kaplarını temizlemesi de meslektir. Bir şey yapılıyorsa orada bir meslek var demektir. Elle ya da kafayla. Kafanda düşünceler olması ya da yıldızlara bakmak da meslektir. Yapılan hiçbir şey yoktur ki Papalagi ondan bir meslek çıkartmasın.
- Gazete bütün insanları tek bir kafa haline getirmeye çalışır. Benim kafama, benim düşünceme karşı savaşır. Tüm insanların kafasını ve düşüncesini ele geçirmeye çalışır.
- Ama gazetenin bizim ruhumuz için kötü olan yönü bu değildir; yani olup bitenleri anlatması. Asıl kötü olanı, şunun bunun hakkında, başka ülkelerin şefleri hakkında, olup biten ve insanın yaptığı her şey hakkında NASIL DÜŞÜNMEMİZ GEREKTİĞİNİ SÖYLEMESİDİR. GAZETE BÜTÜN İNSANLARI TEK BİR KAFA HALİNE GETİRMEYE ÇALIŞIR. Benim kafama, benim düşünceme karşı savaşır. Tüm insanların kafasını ve düşüncesini ele geçirmeye çalışır. Bunu becerir de. Sabah kağıdı okursan, öğlene diğer Papalagi'lerin kafalarında ne taşıdıklarını, ne düşündüklerini bilirsin.
- Palmiye olgunlaşınca yapraklarını ve meyvelerini döker. Papalagi ise yapraklarını ve meyvelerini dökmek istemeyen bir palmiye gibi yaşar. "Bunlar benim, siz yiyemezsiniz!"Peki, o zaman palmiye yeni meyveleri nasıl taşıyacak?
- Eğer insan çok fazla "şey"e gereksinim duyuyorsa, bu büyük bir yokluğun göstergesidir.
- Şimdi, beyazlar, bizler de varlıklı olalım diye kendi hazinelerini getirmek istiyorlar. Kendi "şey"lerini yani. Oysa bu "şey"ler, göğüslerine saplanmış, öldürücü, zehirli oklardan başka birşey değildir.
- Avrupa'da zamanı olan çok azdır. Belki de hiç yoktur. Bu yüzden herkes yaşamın içine fırlatılmış birer taş gibi koşuşturur. Hemen hepsi yürürken yere bakar ve daha hızlı ilerleyebilmek için kollarını ileri savurur. Eğer durduracak olursan isteksizce, "Niye beni rahatsız ediyorsun?" Derler. "Kaybedecek zamanım yok, sende kendi zamanını değerlendirmeye bak." Sanki hızlı yürüyen insan daha değerli, yavaş yürüyenden daha yürekliymiş gibi davranırlar.
- Papalagi'nin yaşamı, Savaii'ye elçi giden ve kıyıdan ayrılır ayrılmaz düşünmeye koyulan bir adama benzer. "Savaii'ye varmam ne kadar sürer acaba?" Düşünür, ama yolculuğunun akıp gittiği güzelim çevresini görmez. Derken sol kıyıda dağların sırtları görünüverir. Daha gözlerinin bu sırtları görmesiyle, "Bunların arkasında ne ola ki", diye düşünmeye başlar. Kendini alamaz bundan. Diyelim ki küçük ya da geniş bir koya girdi, gençlerle birlikte deniz türküleri söylemek aklının ucundan bile geçmez ya da genç kızların keyifli şakalarına gülmek. Koyu ve dağ sırtlarını geride bıraktı mı, bu kez yeni bir düşünce sarar onu: "Acaba akşama kadar fırtına patlar mı?? "Ya fırtına koparsa?" Mavi gökte kara bulut arar o. Patlayacak olan fırtınaya takar kafasını. Neyse, fırtına mırtına çıkmaz ve akşamleyin salimen Savaii'ye varır. Ama sanki o yolculuğu hiç yapmamış gibidir. Çünkü düşünceleri bedeninden ve teknesinden uzaktadır hep. Upolu'da, kulübesinde de kalsaydı hiçbir şey değişmezdi. *Papalagi denince beyazlar ya da yabancılar anlaşılır. Ama sözcüğü sözcüğüne çevrilirse "göğü delen" anlamına gelir.
- Doğru düşünseydi, elimizde sıkı sıkıya tutamadığımız hiçbir şeyin bizim olmadığını bilmesi gerekirdi. Aslında hiçbir şeyi sıkı sıkıya tutamadığımızı da.